Yanımdan yaklaşık 30 yaşında, 165 cm boyunda, 100 kg ağırlığında bir evsiz geçti. Koku bulutu 72,5 milletin yaşadığı metropolün lağımıya, grev yüzünden aylarca toplanmamış çöp dağının karışımından müteşekkildi. Saçları Neyzen Tevfik, sakalları zenci kız kıvırcığını andırıyordu. Ağustos sıcağına rağmen, kim bilir kimin verdiği, akla ter bezlerinin artık iflas ettiğini getiren, mavisi patlıcan moruna dönmüş bir polar giyiyordu. Bakışları insanlıktan çıkmıştı. Herhangi bir alkol veya uyuşturucu türünün sıradan bir insanı kolay kolay sokamayacağı bir sarhoşluk içindeydi. Çevresinden bihaberdi. Yürümesine yürüyordu ama, sanki farkında olduğu bir amaç uğruna değil de, beyni yerine midesinin bacaklarına verdiği belirsiz bir emirle.
Acımaktan değil de, sadece meraktan, nereden geldiğini, neden bu durumda olduğunu düşünmeye başladım. Onu düşündüğüm falan yoktu, düşündüğüm kendimdim; tıpkı kefene sarılmış mevtanın üstüne toprak atan birinin, en azından bir an, ayaklarının altındakini değil de, salt kendini düşünmesi gibi. Ne olmuştu da “istenmeyen adam”a dönüşmüştü, herkes terk etmişti? Ne olmuşsa olmuştu. Bu haldeki bir adamı kimsenin istemeyeceğinin canlı kanıtıydı… Ne anası, ne babası, ne de zamanında uğruna yanan gacısı.
“Seni seviyorum.” dediğimizde salt birinin şahsiyetinden değil, onda vücut bulan içine daldığımız gözlerinden; okşadığımız ipek saçlarından; emdiğimiz memelerinden; gezdiğimiz arabasından, bir eliyle cebimize koyup, diğer eliyle çaldırdığı telefonumuzdan; parayı bastırıp aldığı kiralık Fransız malı beden kokusundan, donumuzu ütülemesinden; karnımızı doyurmasından ve kim bilir daha nelerden bahsediyoruz. O “sen” nitelik ve niceliklerden sıyrılmış, şartsız ve yalın bir atomlar bütünü değil, haz almamızı sağlayacak bir menfaatler bütünü. Acı mı? Değil. Herkes için aynı.
“Yine sever miydin beni, simsiyah duman olsaydım?” Ya “erkeğin özü” yerine bakterinin özü koksaydım? Kaçımız bu sorulara olumlu yanıt alabilir, kaçımız inanabilir?
Meşhur akrostiş yanlış yazılmış; “Seviyorum, amakimi neyi?”
Aşk?
İş başka, arkadaşlık başka, sevgi bambaşka, aşk aşka.
Acımaktan değil de, sadece meraktan, nereden geldiğini, neden bu durumda olduğunu düşünmeye başladım. Onu düşündüğüm falan yoktu, düşündüğüm kendimdim; tıpkı kefene sarılmış mevtanın üstüne toprak atan birinin, en azından bir an, ayaklarının altındakini değil de, salt kendini düşünmesi gibi. Ne olmuştu da “istenmeyen adam”a dönüşmüştü, herkes terk etmişti? Ne olmuşsa olmuştu. Bu haldeki bir adamı kimsenin istemeyeceğinin canlı kanıtıydı… Ne anası, ne babası, ne de zamanında uğruna yanan gacısı.
“Seni seviyorum.” dediğimizde salt birinin şahsiyetinden değil, onda vücut bulan içine daldığımız gözlerinden; okşadığımız ipek saçlarından; emdiğimiz memelerinden; gezdiğimiz arabasından, bir eliyle cebimize koyup, diğer eliyle çaldırdığı telefonumuzdan; parayı bastırıp aldığı kiralık Fransız malı beden kokusundan, donumuzu ütülemesinden; karnımızı doyurmasından ve kim bilir daha nelerden bahsediyoruz. O “sen” nitelik ve niceliklerden sıyrılmış, şartsız ve yalın bir atomlar bütünü değil, haz almamızı sağlayacak bir menfaatler bütünü. Acı mı? Değil. Herkes için aynı.
“Yine sever miydin beni, simsiyah duman olsaydım?” Ya “erkeğin özü” yerine bakterinin özü koksaydım? Kaçımız bu sorulara olumlu yanıt alabilir, kaçımız inanabilir?
Meşhur akrostiş yanlış yazılmış; “Seviyorum, ama
Aşk?
İş başka, arkadaşlık başka, sevgi bambaşka, aşk aşka.