Acımaktan değil de, sadece meraktan, nereden geldiğini, neden bu durumda olduğunu düşünmeye başladım. Onu düşündüğüm falan yoktu, düşündüğüm kendimdim; tıpkı kefene sarılmış mevtanın üstüne toprak atan birinin, en azından bir an, ayaklarının altındakini değil de, salt kendini düşünmesi gibi. Ne olmuştu da “istenmeyen adam”a dönüşmüştü, herkes terk etmişti? Ne olmuşsa olmuştu. Bu haldeki bir adamı kimsenin istemeyeceğinin canlı kanıtıydı… Ne anası, ne babası, ne de zamanında uğruna yanan gacısı.
“Seni seviyorum.” dediğimizde salt birinin şahsiyetinden değil, onda vücut bulan içine daldığımız gözlerinden; okşadığımız ipek saçlarından; emdiğimiz memelerinden; gezdiğimiz arabasından, bir eliyle cebimize koyup, diğer eliyle çaldırdığı telefonumuzdan; parayı bastırıp aldığı kiralık Fransız malı beden kokusundan, donumuzu ütülemesinden; karnımızı doyurmasından ve kim bilir daha nelerden bahsediyoruz. O “sen” nitelik ve niceliklerden sıyrılmış, şartsız ve yalın bir atomlar bütünü değil, haz almamızı sağlayacak bir menfaatler bütünü. Acı mı? Değil. Herkes için aynı.
“Yine sever miydin beni, simsiyah duman olsaydım?” Ya “erkeğin özü” yerine bakterinin özü koksaydım? Kaçımız bu sorulara olumlu yanıt alabilir, kaçımız inanabilir?
Meşhur akrostiş yanlış yazılmış; “Seviyorum, ama
Aşk?
İş başka, arkadaşlık başka, sevgi bambaşka, aşk aşka.