20100501

(Yazan: Adnan Algın) / Cevap: Fax, Taxi & Sex (Espassız Sayıklamalar) - Adnan Algın



Fax, Taxi & Sex (Espassız Sayıklamalar) - Adnan Algın eleştirime kitabın yazarı Adnan Algın'dan cevap geldi. Önce yorum olarak eklemeyi düşündüm, ama bu kadar uzun bir metin yorum olarak eklenirse, formatı kaybolacağından anlaşılmazdı. Üstelik sayfanın altında kalacağından saygısızlık olurdu ve görülmeyebilirdi. Konuk yazar olarak cevâbını bir makâle hâlinde paylaşıyorum.
Adnan Ağabey'e ayrıntılı cevâbı için teşekkür ederim. Şimdilik yorum yapmıyorum. Bilahare cevap vereceğim. Benim metinlerimi alıntı olarak formatlıyorum. Zâten kendisi de yazdıklarının başına AA eklemiş ve kalın harfler kullanmış. Kalemi Adnan Ağabey'e bırakıyorum.

Kitap eleştirisine, özellikle konusu "temelde" dil olan bir kitabın eleştirisine tasarımla mı başlanır? Tasarımcı yazarsa başlanır. Hem çabucak başımızdan atıp kurtulmuş oluruz.  Adnan Ağabey'i yazdıklarından tanıdığım kadarıyla, bu başlık altında yazacaklarımdan da anlayacak ve sorumlu tutulacak bir insan. Kitabı baskı öncesi görmemiş olabilir.
AA- Evvelemirde söylenmesi gerekir: Cevaplar bir “savunma” değildir. Sadece ve sadece “izah” niteliği taşır, bu samimi eleştiriye. Neredeyse saat başı kitap yayımlanan ama kitap okuma oranı yerlerde sürünen bir memlekette, hâlâ inatla kitap yayımlayanların bulunması umut vericidir. FTS’nin, sektörel yayınevi algısı güçlü bir kurumdan piyasaya sunulmasına bağlı olarak, kitabın ıskalanmasını, üzerine bir çift laf edilmemesini anlamak zorundayız. Feyza Hepçilingirler ile değerli A. Selim Tuncer’e  teşekkürlerimi arz ederim pek tabii. “İki çift laf”ın ötesine geçen sözlerini sevgiyle, saygıyla bağrıma basıyorum.
Böke Yüzgen’in kitabı didik didik edip “eleştiri” yazmayı düşünmesi ise “sessizlik uçurumu”nda müstesna bir yer edinen FTS için ödüldür bir bakıma. FTS’nin kitaplaşma süreci, serüveni kıymetli insan “reklamcı, şair, yazar, çevirmen” Gürkal Aylan’a, yazdıklarımın bir kısmını okutmamla başlayıp RYD Başkanı Bülent Fidan’ın “biz bunu basarız”ıyla devam etti. Yazılarıma hiçbir şekilde müdahale edilmedi. Özgürce sayıkladım. Reklam sektörüne heyecan ve can katmaya çalışıp mütevazı bütçelerle kitap yayımlamayı göze alan Bamm-RYD ikilisi çok hayırlı işler ortaya koymuşlardır büyük fedakârlıklarla. Güven Borça’dan Fatoş Karahasan’a, Ferruh Uztuğ’dan Onur Yanık’a… 15 kitap armağan etmişlerdir reklam sektörüne. Az şey değil bu! Okumak, kendini geliştirmek, içinde bulunduğu sektöre farklı pencerelerden bakmak isteyenlere… Ne yazık ki, reklam sektörünün pek çok çalışanı “oldum” virüsünün kurbanı olduğundan, Beslenme Saati kitapları, arzulanan satış rakamlarına ulaşamayarak, cicili bicili kitabevlerinin arka raflarında “kel alaka” kategorilerde yer almayı sürdürmektedir. Fax, Taxi & Sex’in “tarih” kitaplarının, Mutluluk Üretimi A. Ş.’nin de “kişisel gelişim” kitaplarının arasında durduğunu yazmak bilmem yeterli olur mu?
Samimiyetle yazılmış bir kitaba, aynı samimiyetle yazılan her türlü eleştiriyi selamlarım. Bir yanlışı düzelteyim: Kitabın tasarımcısı ben değilim. Kitabın tasarımı tamamen Bamm-RYD işbirliğinin eseridir. Alternatif “kitap kapağı” önerim ise “kurumsallık” engeline takılmıştı/r. Şu doğru: Baskı öncesi kitabı görmedim.
  1. Kapak çok güzel. "Fax, Taxi & Sex" isminin "x"leriyle çok güzel paslaşan bir görsel kullanılmış. Sayfayı çevirdim ve kitabın adının farklı bir yazı karakteriyle yazıldığını gördüm. Bu bir yanlış. Aynı sayfada hizalama problemi de var.
  2. Kitabın sol sayfalarının boş bırakılması yanlış. Kitabı iki kat kalın göstermek için mi? Her sol sayfaya gereksizce, görmemişin logosu mantığıyla basılmış logoyu yalnız bırakmak için mi? Kâğıt isrâfı.
AA- Font, punto gibi görsel ayrıntılarda da herhangi bir tasarrufum ol(a)madı. Bamm-RYD işbirliği bir nevi “amme hizmeti” mantığıyla sektöre can suyu vermeye çalışmıştır Beslenme Saati kitaplarıyla. RYD üyesi “reklamcılar”ın aidatlarıyla ve büyük fedakârlıklarla satışa sunulması bir şövalyeliktir.
Malî desteğin önemi ortada. Bülent Fidan’ın onca iş güç arasında, bu işe zaman ayırması bile mucizedir. Âmiyâne tâbirle: Ne kaa ekmek, o kaa köfte!
Kitabın sol sayfalarındaki boşluk, tamamen “görsel düzenleme” amaçlı. Beslenme Saati kitaplarında sol sayfa boştur. Bir de, not alma gayesi güdülmüş. Bu husus, tamamen “art”istik bir tercihti/r.
  1. Mizanpaj hatâlarına devam... Sağ sayfalarda aşırı lüks beyaz boşluk bırakılmış. Aynı miktarda metni aynı puntoda kullanarak, daha küçük boyutlu, cebe sığabilecek bir ölçü bile tercih edilebilirmiş. Böyle önemli bir kitap için çok da iyi olurmuş.
  2. Paragraflara içten başlanmış, bu olabilir. Paragraflar arasında boşluk bırakılmış, bu da olabilir. Yalnız birinin olduğu yerde diğeri olmaz.
  3. Paragrafa içten başlanıyorsa, bu ilk paragrafa uygulanmaz. Zâten ilk paragraftır ve öncekinden ayırmaya ihtiyaç yoktur.
  4. Blok paragraflar kullanılmış, bu olabilir, ancak o zaman tireleme şarttır. Bu şarta uyulmazsa, kitaptaki gibi metnin arasından akan nehirler oluşur. Harfler ve kelimeler arasındaki espaslar tutarsızlaşır. Metin çirkinleşir.
  5. Boşlukla ilgili yukarıdaki kurallara uyulsa, kitap çok daha şirin bir boyutta basılabilirmiş ve çok daha az sayfası olurmuş.
  6. Tipograf tırnakları kullanılmalı, programcı tırnağı değil.
  7. Metnin içinde rakam kullanırken puntosu elle küçültülmeli veyâ bu özelliği barındıran yazı karakteri kullanılmalı.
  8. Kitaplarda kelimelerin altı çizilmez. Hele hele italik metnin altı aslâ çizilmez.
AA- “Cep kitabı” fikri fena değil. Şu sıralarda da, kitapçılarda pek çok “cep kitabı” sunuluyor zaten satışa. “Mizanpaj hatâları” ve diğer görsel düzenlemelere işin “teknik” kısmı dersek, bu hususlardaki görsel pürüzler, gözü yoran çapaklara yönelik eleştirilerde haklılık payı var, var olmasına da… Bamm-RYD işbirliğinde yayımlanan Beslenme Saati kitaplarının bu haliyle yayımlanması küçümsenmeyecek bir çabadır. Arkasında “holding” desteği olan bir yayınevi “sıfır hata”lı veya “sıfır hata”ya yakın bir kitap sunabilir okurlara.
Bamm-RYD işbirliği tamamen gönüllülük üzerine inşa edilmiş bir projedir. Takdire değer işler kotarmışlardır, sınırlı “maddî ve manevî” imkânlar nispetinde. Haklarını teslim etmek gerekir.
“İtalik metnin altı asla çizilmez” mi? Niçin? İşaret edilmek istenen dev gibi bir hatanın iyice göze sokulması gayesi egemendir bu kuralın (?) ihlaline sebep. O kadar fahiş bir hatadır ki gösterilmek istenen, sadece italik yazmanın yetmeyeceği bir sallapatiliği afişe etme çabası olarak görülmelidir bu ve buna benzer “tasarruf”lar.
Sevgili Böke Yüzgen’in “sekter” ve “ortodoks” sözcükleriyle tanımlayabileceğim “dilsel” eleştirileri ise tamamen “tercih” meselesidir. Bâzı konularda bir parça esnek olabilirdi. Despotik hali de sempatik.
Lîsan
Ağdalı ve uzatarak yazılmış. Kitabın içindeki metinlerde çok fazla tekrar var. Farklı makâlelerde (bu terimi özellikle kullandım, bölümlerin her biri kendi içinde bir bütün) aynı görüşleri birbirine çok yakın ifâdelerle ve uzatarak yazmış. Bâzı cümleleri çok uzun. 39'uncu sayfada başlayıp 40'ıncı sayfaya taşan, bir sayfaya yakın tek bir cümlesi var ve bu bir tanım… Cümlede "düzeltmen"i tanımlıyor. 237’inci sayfanın son iki cümlesinde bununla çelişiyor. "Tasarım" başlığında saydıklarımın yanında, kullanılan lîsan da ekonomik olsaymış, çok iyi bir cep kitabı olabilirmiş. Herkes cebinde taşıyıp bir başvuru kaynağı olarak kullanabilirmiş… Kitabın anlattıkları o kadar önemli.
AA- “Kime ve neye göre” sorusu sorulabilir. Okumaya soğuk bir milletiz. “Ağdalı” bir kitabı değil okumak, kimse eline bile almaz! Kurtlar Vadisi’nin senaryo grubunda da değiliz ki, dizi içinde Polat Alemdar’dan “satış” yardımı alabilelim!
Sözünü ettiğim “ortodoks” bakış açısı burada “peak” yapmış. Üslubu beyan, ayniyle insandır, derler. Kitapta ele alınan konular, hiçbir surette “uzatılmamıştır”. “Ağdalı” yazma kaygısı ise söz konu bile değildir. Bir yazara (“yazar” olan ben değilim), niçin böyle yazdın diyerek, onun üslubunu hizaya çekmek doğru olmaz. Burada mihenk taşı “üslup tercihi”dir. Sadece ama sadece “yazan ne ise o yazıya geçirilmiştir”. Rahmetli Ünsal Oskay’ın denemelerini okuyan birisi için benim yazdıklarım çerezdir!
O anda, ele alına konuyu bihakkın ifade edecek hangi kelime ve/veya kelime grubu, “yazan”ın dilinden döküldüyse… “Ortalama okur” diye bir şey varsa, buna münasip bir yazı/ifade mertebesi düşünülmemiştir. Şu doğru ki, “tekrar” olarak addedilebilecek bölümler mevcuttur. Bu da, işlenen konunun iç içe oluşunun bir uzantısıdır. Törpülenmesi gerekir, “genişletilmiş ve gözden geçirilmiş baskı”da. Kitapta da yazıldığı gibi: Bu kitabın bir iddiası varsa, o da samimiyetidir. En önemlisi de şudur: Üslup/biçem diye bir kavramın varlığı gözden uzak tutulamaz. Esasen, üsluptan ziyâde, işi musahhih olan sıradan bir âdemin iç dünyasının kâğıda naklidir olup biten. Samimi, hesapsız kitapsız… Tıpkı kusurlu her insan gibi… Kusuru “bilinç akışı”na mâruz kalınmasıdır olsa olsa. Ancak, bazı yazılarda tekrar duygusunu açığa çıkaran kısımlar mevcuttur.  
“Düzeltmen” tanımının “çok şahsî” olduğu özellikle belirtilmiştir kitapta. Niçin kısa bir tanımlama yapmadın, denemez buna. “Yazan”ın tasarrufudur söz konusu olan. Kilit kelime şudur: Tercih. Üstelik ben “reklamcı” değilim! O yüzden “uzun” yazdım!
İmlâ hatâları
İnsan kendi hatâlarını göremez, çünkü istemeden de olsa, “Ben yazdıysam doğrudur.” gibi bir ön yargı oluşur. Mutlakâ başkalarının kontrol etmesi gerekir. Adnan Ağabey kitabın editörünün olmadığını yazmıştı. Ben yine de Türkçe’yi işlerken Türkçe hatâsı yapılmasını kabûllenemiyorum. Belli bir sayfaya geldikten sonra tashih yapmayı bıraktım. Yine de tekrarlanan veyâ dizgi hatâsı olmadığına inandıklarımı yazacağım. Örn. “ihitiyacı” yazılmış. Bunun dizgi hatası olduğu ortadadır.
  1. Lîsanlar özel isim değil midir? Değilse neden büyük harfle başlanmış? Kitapta defâlarca, örn. “Türkçeyi” şeklinde kullanılmış. Bu başka lîsanlar için de geçerli. Hani apostrof?
  2. “Anadil” değil, “Ana dil”
  3. “Sütdişi” değil, “Süt dişi”
  4. “Iztırap” değil, “Izdırap”
  5. “Simiti” değil, “Simidi”
  6. “Üstgeçit” değil, “Üst geçit”
  7. “Şehirhatları” değil, “Şehir Hatları”
  8. “Anmamazlık değil, “Anmazlık”
  9. “Traş” değil, “Tıraş”
  10. “Ekonomik gücüyle kültürünü ithal eden ülkelerin…” ifâdesindeki ithâl, ihraç olmalı.
  11. Şapkayı savunuyor. Bâzı şapkaları kullanırken, bâzılarını kullanmamış. Aynı kelime içinde bir örnek; “îmâ” yazmamış, “imâ” yazmış. Farklı kelimeler; “Nâzım” yazmış, ama “mûtad” değil de, “mutad” yazmış.
  12. Eksik virgül kullanımı çok. Örn. “Kurumsal kimliği oluştururken ve bu temel çerçeveyi zihinlerde somut bir olguya dönüştürüp kanlı canlı hale getirirken kuşatıcı bir metnin gücünü yadsıyabilir miyiz?” cümlesinde “getirirken”den sonra virgül gerekli.
  13. “:” karakterinden sonra büyük harfle yazılır. Örn. ”…şu kadarını yazmak yeter: savaş aleti” yazarken “savaş”ın “S”si büyük olmalıdır.
  14. “?” kullanımında çok eksiklik var. Örn. “mutlu musunuz” yazılmış. Sonuna soru işareti gerekli.
  15. “Ve” ile cümleye başlanmaz. Söz konusu İncil’se işler değişir.
  16. Metin içinde kullanılıyorsa tırnak içine alınması gereken alıntılar alınmamış. Örn. “İyi para kötü parayı kovar, teorisine göre” yazarken tırnak gerekiyor.
AA- Şu söz doğru: “İnsan kendi hatalarını göremez.” “Terzi kendi söküğünü dikemez” de, bu duruma “cuk” oturmakta. Her ne kadar “musahhih” de olsanız, başka bir “göz”ün metne nüfuz etmesi hayatî önem taşır. Bu “göz” olmadığı için, dizgi hatalarının yanı sıra, “yazan”dan kaynaklanan eksiklikler de mevcuttur. “Ben yazdıysam doğrudur” gibi “megalomani” kokusunun burnumuzun direğini kırdığı bir cümleyle işim olamaz! Oysa kitabın girişinde, kullandığım “kaynaklar”ı belirtmiştim.
Necmiye Alpay ile Feyza Hepçilingirler’in kitaplarına ek olarak, Ana Yazım Kılavuzu da kılavuz olarak benimsenmiştir. “Türkçe’nin” yerine “Türkçenin” bilinçli olarak tercih edilmiştir. “Dil adlarını küçük harfle başlatarak yazanlar var; ama genel kabul görmüş olan kural, dil adının büyük harfle başlaması ve aldığı çekim eklerinin kesme ile ayrılmaması biçimindedir. Doğru yazım, ‘Türkçe’nin’ değil, ‘Türkçenin’ biçiminde olan.”yazan Feyza Hepçilingirler’le aynı fikirdeyim. Ne var ki, “özel isim” mantığına göre “İngilizce’nin” yazımı da “doğru” sanki. “Genel kabul görme etkisi”ne bağlamak gerekiyor buna benzer ihtilafların nasıl neticeleneceğini.
TDK’nin “birleşik kelime” ilkesine yakın değilim. Bence, iki sözcük bir araya (biraraya?) geldiğinde, başka bir “concept”i karşılıyorsa, o iki sözcük “birleşik” yazılmalıdır. Benim “tercihim” bu istikamette. Kısacası; “’Sütdişi’ değil, ‘süt dişi’, ‘anadil’ değil, ‘ana dil’” demek ferdî bir tercihten öte anlam taşımaz. Türkçe üzerine kafa yoran akademisyenler arasında bile “tek doğru”ya indirgenmiş bir yazım biçimine ulaşılamamıştır.
Şimdi… “IZTIRAP” yazımı için yanlış demiş Böke Yüzgen. Doğrusu “IZDIRAP” demiş. Yanlış sevgili Böke. Dahası kitabın başında verdiğim kaynaklar ıskalanmış. Bakalım. Vural Sözer’de “ISTIRAP (Ar. Iztırab) kö. darp (darb)”.
Ana Yazım Kılavuzu’nda “ISTIRAP”. Ve de İlhan Ayverdi Sözlüğü’nde “IZTIRAP-ISTIRAP-IZTIRAB” Yahya Kemal’den: “Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor / Lâkin vatandan ayrılışın ıztırâbı zor” Daha fazla uzatmak istemiyorum. Ancak, durum girift. Bu kabil dil tartışmalarına “entelektüel tatmin” diyenler çoğunluktadır. Türkçede yaşanan erozyon, fakirleşme o kadar had safhada, o kadar derin ki, bu kelimeye gelene kadar neler var neler, dert edip ya sabır çekeceğimiz… Tek derdimiz bu olsun!
Tek tek ele almak gerekirse: “Simidi”, “anmazlık” ve “ihraç” doğru elbette. Terziyiz ya! İDO’nun web sitesinde “Şehirhatları” yazması enteresan. Buna mukabil, “traş” kelimesi için “mal bulmuş Mağribi gibi” demek zorundayım. Sevgili Böke Yüzgen, “Şiir ve Reklam Yazarı Sayıklaması”nda geçen 3 ADET “traş” kelimesinin BİLİNÇLİ OLARAK, ÖZELLİKLE “TRAŞ” yazıldığı gerçeğini atlarken, Türkçe üzerine yazan birisinin kitabını okurken, “nasıl da yakaladım ama” cümlesinde vücut bulan sarhoşluğa teslim olmuş maalesef. Oysa o yazıda, “palindrom”lardan bahis açılmıştı: ’Kreatif ekip’ mensubu bir kişi, ki bu ‘yazar’ olsun, iyi bir ‘reklamcı’ olmak istiyorsa mutlaka şiir okumalıdır. Bu şarttır. Nasıl ki, güne zinde (‘Fitnes’” aşağı, ‘fitness’ yukarı; güzelim ‘zinde’ burada!) başlamak için ‘traş şart’ ise şiir okumak da şarttır. ‘Paliu dromos’ fark edildi mi? Tersinden okunuşu da aynı okunan kelime ve/veya cümlelere ‘palindrom’ denir. Şiir okuyanların, şiirle sıkı bir ilişki kuranların bu sözcük oyunlarına girişi de çok kolay olacaktır haliyle. ‘I’sız ‘traş’ yazımı için ‘tıraş’ yapmazsınız umarım.”
Şu sevimli “şapka”mız… Böke Yüzgen haklı. Birinde “şapka” var, ötekinde yok… Bu nasıl iş? Bunun izahını kendime de yaptım. Kitapta da belirttiğim gibi, bazen (bâzen?) kendimi Yağmur Atsız gibi, tüm sirkonfleksleri atlamadan kuralına, telaffuzuna uygun olarak kullanmak isterken, bir yandan da, daha esnek bir “şapka” kullanımının okumayı kolaylaştıran, okuyanın gözünü tırmıklamayan yanına sığınıyorum. Aslına bakılırsa, “dünya” değil; “dünyâ”! “Mavi mavi masmavi, gözleri boncuk mavi” türküsünün öznesi bizi ilgilendirmiyor. Nasıl telaffuz edilirdi bu sözler? “Mâvi mâvi” diye uzatılarak söylenmez, kısa kısa “mavi mavi” diye işkence edilirdi hassas kulaklara!
“Şapka” (^) olarak andığımız “inceltme-uzatma” işaretinin yetersiz olduğunu düşünüyorum. İnceltmek için “^”, uzatmak için ise harfin üzerine uzun çizgi konulmasından yanayım. Mesela: “ō”. Bu düşüncemin kabul görmesini beklemiyorum. Yerli yerinde bir “^” işareti kullanımına da razıyım. Kimi zaman Misalli Büyük Türkçe Sözlük’e kaydı kalbim, kimi zaman da Ana Yazım Kılavuzu’na…
Kitaba yönelik eleştirileri okurken, kendimi “Yemekteyiz” adlı programa katılmış birisi gibi hissettim! Amacın üzüm yemek olmadığı, bağcıyı dövme noktasına odaklanılmış haliyle seyredeni hafakanlar içinde bırakan o programın, “Türkçedeyiz” versiyonunda… “Yazan”ın üslup tercihi, asık suratlı bir mürebbiyenin elindeki kızılcık sopasıyla hizaya çekilmeye çalışılmış izlenimi edindim ister istemez. Su bardağında parmak izi var, kompostoyu koyduğunuz kâsenin gül deseni ile kaşık simetrik değil vs.
“’:’ karakterinden sonra büyük harfle yazılır.”demiş Böke Yüzgen. Yanlış biliyor. Kural şudur: “İki nokta konduktan sonragelen bölüm, bir tümce oluşturuyorsa, ya da tümce değerinde ise büyük harfle başlatılır; tek ya da öbek olarak sıralanan sözcüklerde büyük harf kullanılmasına gerek yoktur.” Kelimenin anlamını merak edenler olabilir düşüncesiyle şu kadarını yazmak yeter: savaş aleti, silah, malzeme, teçhizat.”tümcesinde “:” kullanımına ilişkin hatalı bir kullanım yoktur! Diktatör tavrın hükümranlığından bahsetmiştim. “Ve” kullanımım da bundan nasibi almış. Tekrar: “Yazan”ın üslup tercihi diye bir şey vardır ve var olmalıdır.
İçerik
  1. Ele aldığı temel konular çok önemli. "Türkçe üstüne mi, reklamcılık üstüne mi?" diye sorarsan, cevap veremem. Beklentim Türkçe üstüne olmasıydı. Reklamcılık tarafı da bir hayli ağır.  Yanında, yazarın entelektüel birikimini cömertçe paylaştığı bir o kadar ağır karma içerik var. Kitabın konusu için “Türkçe ve reklamcılık+” diyebilirim.
  2. Kitabın rahatsız edici yanlarından biri, çok yoğun kişisel bilgi ve şikâyet barındırması… Örn. yazarın işyerinde yaşadığı problemlerden, her meslek grubu için ayrı ayrı, uzun uzadıya bahsetmiş olması. Örn. 39 ve 40’ıncı sayfalardaki uzun paragraf... 155’inci sayfadan başlayan makâle… Herkes, özellikle reklamcılık sektöründe, son yaptığı iş kadar iyidir.
  3. Adnan Ağabey reklamcılara, özellikle metin yazarlarına çok giydirmiş. Yaratıcı olmasının yanı sıra, Türkçe’ye hâkim olan metin yazarları da var. Hepsine aynı elbiseyi giydirmeye çalışmak yanlıştır. Her sataşmasında genelleme yapmış. Burada doğru olan; Türkçe’yi yanlış kullananlara parmakla göstererek laf atmak yerine, yanlış kullanımları verip geçmektir. Aklı olan anlar.
  4. Çok yabancı kelime kullanılmış. Örn. tırnak içine alarak da olsa, sürekli “text”, “title”, “motto”, “copy writer” vs. yazmış. Türkçe karşılıklarını bir kez bile yazmamış. Mutlakâ yabancı kelime kullanılacaksa, bilmeyen için karşılığını en az bir kere yazmak gerekir.
  5. Düzeltmenler için çoğu yerde “Düzeltmenler sâdece reklamcılık sektöründe çalışırlar.” gibi bir yargı çıkarılabilir. Bu bilmeyenler için yanıltıcı bilgidir.
AA- “Giydirmiş”, “sataşmasında” “laf atmak” gibi ifadeler maksadını aşmış. En azından “şık değil”. Niyetim, kimseye “giydirmek”, “sataşmak” ve “laf atmak” değildi. Böyle görüldüyse, algılandıysa bu benim kusurum olsun. Reklamcılık görselliğe ve sözcüklere yaslanır. Türkçenin bu bağlamda tertemiz, adam gibi, şık mı şık kullanımı GEREKLİDİR. Züppeliğe yer yoktur Türkçe iletişimde. Ben Ege Ernart’ı, Eli Acıman’ı, Hulki Aktunç’u, Vural Sözer’i, Egemen Berköz’ü, Erol Çankaya’yı ve onların kuşağının Türkçe kullanımını özleyen birisiyim. “Kârı” yazınca, karşıma geçip de; “şapka kalkmamış mıydı aabi” diyen nesle âşina olamıyorum, kimse kusuruma bakmasın! İyelik ekini “delete” eden bir nesle ise hiç!
“Reklamcılık, Türkçe +” tanımı iyi sayılabilir. Kitabı okumayanları, kitaptan iyice soğutabilecek, recme kadar vardırabilecek satırlar burada olanca haşmetiyle boy gösteriyor. Yaptığım işi seviyorum. Herkesin işine saygı gösterirken, ifa ettiğim işe saygı gösterilmemesine sessiz kalmam düşünülemez(di). Bunun adı ise “şikâyet” değildir.”Türkçe ve etki alanına girdiği diller üzerine tespitler olduğu kadar, bir redaktörün kişisel dünyasında biçimlenen sosyolojik, psikolojik ve edebiyata ilişkin açılımlar da görebilirsiniz. Dahası, görülebilirse ne mutlu bana!” yazılmışsa…
  1. “Şair olmadan şiir, yazar olmadan kitap yazılabileceğine inanıyor.” yazmış kendisi için. Yazılabilir tabii, ama başkaları görmeden… Bir kitap yazılıp basıldıysa, ortada yazar olma iddiası vardır, yoksa da olmalıdır.
  2. Reklamcılıkla ilgili bâzı yargıları tartışılacak cinsten. Örn. 37’inci sayfada yoğun görsel kullanımına karşı durmuş. Ayrı tartışma konusudur.
  3. 71’inci sayfada “Sâyende işten kovuldum.” ifâdesine kızıyor. Kullanan herkesin anlamını bilerek kullandığını sanıyorum. “Başardın işte, amacına erdin ve ben buna senin sebep olduğunu biliyorum.” anlamındadır.
  4. 119’uncu sayfada reklamlarda kullanılan dile kızmış. Reklamcılık pazarlamanın bir koludur. Para için yapılır. Hedef kitlenin anladığı dili konuşmak doğrudur. 237’nci sayfada “Sözü, hitap edilen kişinin algılamasına” ile başlayan paragrafta kendi görüşüyle çelişiyor.
  5. 181’inci sayfadaki “kullanıcı dostu” çevirisi bence mantıklıdır. “Kullanışlı” kelimesi aynı anlama gelmez.
  6. 219’uncu sayfada yaratıcılığın tamamen sonradan kazanılan bir özellik olduğunu yazıyor. Genler de önemlidir.
  7. 323’üncü sayfadan başlayan makâlede doğru ve yanlış yazımlar yer değiştiriyor. Kalın yazılanların hepsi doğru veya yanlış kullanım olsaymış, daha anlaşılabilir olurmuş. İnsanların doğrusunu öğrenmeleri için, doğru olanları kalın yazmak en iyisi olurmuş.
  8. 359’uncu sayfadan başlayan makâlede bahsettiği ödül amaçlı ilanları genelde ajanslar, hattâ yaratıcı ekipler kendi ceplerinden ödeyerek bir kere ucuz bir yerde yayınlatırlar. Geri kalan işlerde yazdığı gibi ödül hedefleyenler elbette yerilmelidir.
  9. 385’inci sayfada doğru Türkçe’yi kullanmak için reklamcıların herkesten fazla sorumlu olduğundan bahsediyor. Bence yazarak para kazananların, yâni profesyonel yazarların hepsi aynı derecede sorumludur, tıpkı konuşarak para kazanan spikerlerin, dublaj sanatçılarının vs. olduğu gibi…
AA- Şairliğe ve yazarlığa dair görüşlerimi MediaCat’den bir ay içinde çıkacak (inşallah) “Sözcüklerle Dansedenler”de uzun uzun yazdım. “Şiir” ve “şair” benim için mukaddes kelimelerdir. Şair olarak bilinen adlar, yazdıklarıma “şiir” diyorsa bundan kıvanç duyarım, mahcup olurum. Her şiir yazanın “şair” olarak adlandırılmasına verilmiş bir cevaptır“Şair olmadan şiir, yazar olmadan kitap yazılabileceğine inanıyor.” cümlem. Roland Barthes’ın “yazar - yazan” ayrımına vurgu yapmak istedim. Tekrar olacak: Kitabın ve “yazan”ın bir iddiası yoktu bu kitabı oluştururken. Sadece, mutluluk, onur veren tesadüflerin neticesinde “sayıklamalar”ımın kitaplaşabileceği ifade edildi. Ve yazdım “hab’re”! Ruhunuz şâd olsun kıymetli Gürkal Aylan, çok teşekkür ederim Sayın Bülent Fidan. Hadise bundan ibarettir.
37. sayfada görselliğe karşı durulmadı. Görselliğe verilen öneme eşdeğer bir önemin yazıya/söze-telaffuza- de yer verilmesinin altı çizilmeye çalışıldı.
71. sayfada ise “sayesinde” kelimesinin sadece olumlu bağlamda kullanılması gerektiğine vurgu yapıldı. İroni amaçlı kullanımlara söz etmeyecek kadar aklım başımda çok şükür!
119. sayfada “reklamlarda kullanılan dile” kızmadım. Türkçe kullanımındaki hayatî sorumluluğunu hatırlattım tüm reklamcılara… Geçmişin büyük ustalarını yâd ede ede…
237. sayfadaki “çelişki” (?) ise “Senior ‘Yazar’ Mevlânâ Sayıklaması”ndan… Bence çelişmiyor. Söz, muhatabın algı kapasitesine göre söylenebilir ama bunda da cıvıklığa, müptezelliğe düşmek gerekmez. Meramım budur.
219. sayfadaki “yaratıcılık” mevzuu… “B/içimdeki Yara Sayıklaması”nda “yaratıcılık” kavramı sorgulanmaya çalışıldı. Kalıtımın payı da inkâr edilemez elbette. Okumaya aç, meraklı bir bilincin “yaratıcılık”ta sınır tanımayacağını söyleyebilirim. Elbette “gen” faktörü de göz ardı edilemez. Burada “%” hususuna bakılır. Ağırlığı nedir genlerin?
323. sayfadan başlayan yazı için “standart” tutturulmalıymış, evet, umarım ki, “genişletilmiş” halinde buna benzer nüansları düzeltme imkânı elde edilebilir.
359. sayfa ve sonrasında mesele yok.
385’e gelelim. Hayatını “yazı”yla kazananların mesuliyet duygusu en üst seviyede olmalıdır. Bir cerrahın işini savsaklamasını düşünebilir miyiz? Reklamcılar ve işi yazı olan herkes bu derin mi derin mesuliyet duygusuyla yanmalıyız. Kelimeler savunmasızdır. Bir kelime yanlış yazılırsa, ağlar, üzülür. Onların hâmisi “yazar”lar ve “yazan”lardır.
“Bu nasıl eleştiri? Yazara vermiş veriştirmiş. Olumlu hiçbir şey yok.” diye düşünüyorsan, renkli yazdığım diğer (üçüncü) paragrafı hatırlatırım. Savunduğum ve doğru olan o kadar çok düşünce barındırıyor ki, eleştiri sınırları içinde kalacak uzunlukta yazamazdım. Bu eleştiriyi kitabı tanıtmak için yazdım. Doğru bilgi içeriyorsa, kitabın muhtemel revizyonunda da kullanılabileceğini düşünüyorum.
Adnan Ağabey’in elleri kolları dert görmesin. O muhteşem ve dopdolu beyni gün geçtikçe daha çok yeşersin, daha çok meyve versin. Daha çok, daha çok yazsın. Biz de okuyup öğrenelim.
Sevgili Böke Yüzgen’in FTS’yi didik didik edip otopsi masasına yatırması ve elde ettiği sonuçları yazmasından ötürü memnunum. Nâmık Kemal ne demiş: Bârika-i hakîkat, müsademe-i efkârdan doğar.” Bu açıdan, yazılan her cümlenin kıymeti vardır. Bu vesileyle, söyleyecek ne kadar çok sözümün olduğu da ortaya çıktı. Bu sayede (“bu yüzden” değil!) birkaç eksik gediği yazabilme şansı buldum. Kapalıçarşı’nın hikâyesini kaleme alan Mustafa Ordaş’ın ve birkaç okurun e-postalarında öne çıkarıp özel bir önem atfettiği “Mrk”yi gözden kaçırmamasını dilerdim, Böke Yüzgen’den. Sıkı bir “okuma-dinleme-seyretme” listesi vaat ediyor(du), haylaz “Mrk”ler.
Kitabımın son cümlesiyle: “Sürç-i kalem ettiysek affola! Ne de olsa sürç-i insanız.”
Adnan Algın