Hoş geldin.
by by
10 AYRILIK 20 (EĞER 10=ACI) GİT 30, (YOKSA) GİT 50 30 BEKLEMEK 40 (EĞER 30=ÖZLEM) GİT 30, (YOKSA) GİT 50 50 YENİ AŞK
Dokuz aylık bebekle mavi yolculukBazen bana bir deli cesareti geliyor diye düşünüyorum. Yoksa dokuz aylık bebekle bir haftalık mavi yolculuğa nasıl evet derim. Ama dedim.34 metrelik, sekiz kameralık, 16 kişilik teknemiz Deniz Felix Balina’ya geçen cumartesi dokuz yetişkin, iki bebek olarak bindik. Rüzgar’ın arkadaşı Kuzey henüz yedi aylık. İnanmayacaksınız ama ikisinin de keyfi yerinde. Temiz hava, fazla yakıcı olmayan güneş ve beşik gibi sallanan tekne onlara iyi geldi.Bu Rüzgar’la bizim ilk tatilimiz. İlk defa evinden ayrı bir yerde uyudu. Hiç sorun çıkarmadı. Doktorumuz bunu bize daha yirmi günlükken demişti: “Bebeğinizle dünyanın her yerine gidebilir. Yeter ki annesiyle babası yanında olsun.” Ne kadar doğruymuş. Mekanlar ne kadar önemsizmiş. Dört duvarın içine tıkılıp kalmak ne kadar gereksizmiş.Peki senden ne haber derseniz, şöyle: Tabii ki bu daha önce yaptığım mavi turlara hiç benzemedi. Bu satırları yazarken teknede beşinci günümüz bitti, ben hala teleme peyniri! Her seferinde “Şimdi yarım saat güneşleneceğim, beni hiçbir güç yerimden kaldıramaz” diyorum ama kaldırıyor tabii ki! Rüzgar, 70 koruma faktörlü krem gibi sağ olsun! Dadılar yanımızda olmasına rağmen sere serpe uzanmak imkansız. Sütü, çorbası, meyvesi derken akşam oluyor.FESTİVAL GİBİSİN RÜZGARDeniz deseniz Rüzgar uyanıksa o da zor. Çünkü arkamdan gelmek istiyor. Beni suda çimerken her gördüğünde çığlık kıyamet bağırıyor. Ya bana bir şey yapıyorlar zannediyor ya da yanıma gelmek istiyor.Ne yapıyoruz? Yeni emeklediği için teknede sabit duramıyoruz. Dizlikleri bacağında, o önde ben arkada, tekneyi tavaf edip duruyoruz. Eğleniyoruz. Attığı her kahkahada, göz bebeği her parladığında, heyecanlanıp kamyonların önünde duran süs köpekleri gibi sallandığında deliriyorum. İşte hep o anlarda tekrar tekrar fark ediyorum bunun hayatımın en büyük mutluluğu olduğunu. Festival gibisin Rüzgar ebediyen sana katılmak istiyorum.Biz mi tatile çıkıyoruz dadılar mı?Tekne tatilinin bana tatil olmamasının bir nedeni de dadımız Hanife Hanım. Tekneye binince, Göcek, Rodos, Simi gezince ona bir şeyler oldu. Resmen aklı uçtu. Yoksa neden Rüzgar’a tarhana çorbası yapalım dediğimde yayla çorbası pişirsin? Bunu yaptığı gün Rüzgar sabah kahvaltıda yumurta yemişti üstelik. E yayla çorbasının içinde de yumurta var. Bir gün içinde iki yumurta veremeyeceğimizi ezbere biliyor.Yüzme bilmemesine rağmen her gün beş posta denize giremediği için hayıflanmaya başladı. “Sibel Hanım keşke kocamla çocuklarım da burada olsaydı” sayıklamalarının ardı arkası gelmedi. Normal şartlarda Rüzgar’ı mutlu etmek konusunda profesör olan kadın, deniz üstündeyken sınıfta kaldı. Oğlumu alıp, oyuncakları yayıp bir saat kesintisiz vakit geçirmeyi hiç başaramadı. Bunun yerine Rüzgar’ı kucaklayıp, peşimde dolaşmayı tercih etti.Neden? Nedeni basit. O da insan. Evet denizi görünce giresi geliyor, seni bikinili görünce onun da canı sere serpe uzanmak istiyor. Eminim kamaradaki aynaya her baktığında acaba yüzüm yanmış mı diye kontrol ediyor. Ama tabii ki abartmaması, çalıştığını unutmaması gerek. Hanife Hanım’daki arızaların benzerlerini Kuzey’in dadısında da gözlemledim. Simi’de fotoğraf çekeceğim derken bebek arabasının üstüne kapaklanıyordu mesela.Bu konuda daha enteresan hikayeleri ise döndüğümde dinledim. Arkadaşım Tülin’in bakıcısının Antalya’daki tatil köyünde bir saat ortadan kaybolmasına, işini gücünü bırakıp gidip göbek dansı kursu almasına kaç puan verirsiniz? Kardeşim dadı mısın, dansöz mü? Bu hareketleri yapabildiğine göre iyi kıvırdığın bir gerçek, niye bir de üstüne kursa yazılıyorsun, anlamadım. Aynı kıvrak insan, ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi dalış kursuna da gitmek istemiş. Neymiş su altında nasıl nefes alınıyor çok merak ediyormuş. Büyük konuşmayayım ama ben o kadının kafasını dalış tüpü olmadan suya gömerim!Sibel Arna
"Possession isn't nine-tenths of the law. It's nine-tenths of the problem."
"Mülk yasaların onda dokuzu değildir. Problemin onda dokuzudur."John Lennon
Şâirin musahhih olması kendisi, musahhihin şâir olması başkaları için acıdır.
İş hayâtında ter dökenler ikiye ayrılır: Apış arası teri dökenler ve alın teri dökenler. Apış arası teri dökenler ikiye ayrılır: Orta malı olanlar ve iyi yere dükkân açanlar. Alın teri dökenler ikiye ayrılır: Bir yanak bir yanda, bir yanak diğer yanda kalır.
Gece insanları çakıl taşları gibidir. Kum tâneleri güneş batmadan elekten geçer... Sokaklar çakıl taşlarına kalır.
Bir çocuğun şeker yemeyeceğine söz vermesi, bir kadının dırdır etmeyeceğine söz vermesine benzer.
Böke Yüzgen: "Darwin'in kaplumbağası ölmüş."Semrâ Yüzgen: "Allah rahmet eylesin."
wget http://www.iki.fi/kuparine/comp/ubuntu/en/install.sh
sh install.sh
AA- Bir yanlışı düzelteyim: Kitabın tasarımcısı ben değilim. Kitabın tasarımı tamamen Bamm-RYD işbirliğinin eseridir. Alternatif “kitap kapağı” önerim ise “kurumsallık” engeline takılmıştı/r. Şu doğru: Baskı öncesi kitabı görmedim.
AA- Kitabın sol sayfalarındaki boşluk, tamamen “görsel düzenleme” amaçlı. Beslenme Saati kitaplarında sol sayfa boştur. Bir de, not alma gayesi güdülmüş. Bu husus, tamamen “art”istik bir tercihti/r.
AA- “Mizanpaj hatâları” ve diğer görsel düzenlemelere işin “teknik” kısmı dersek, bu hususlardaki görsel pürüzler, gözü yoran çapaklara yönelik eleştirilerde haklılık payı var, var olmasına da… Bamm-RYD işbirliğinde yayımlanan Beslenme Saati kitaplarının bu haliyle yayımlanması küçümsenmeyecek bir çabadır. Arkasında “holding” desteği olan bir yayınevi “sıfır hata”lı veya “sıfır hata”ya yakın bir kitap sunabilir okurlara.
AA- “İtalik metnin altı asla çizilmez” mi? Niçin? İşaret edilmek istenen dev gibi bir hatanın iyice göze sokulması gayesi egemendir bu kuralın (?) ihlaline sebep. O kadar fahiş bir hatadır ki gösterilmek istenen, sadece italik yazmanın yetmeyeceği bir sallapatiliği afişe etme çabası olarak görülmelidir bu ve buna benzer “tasarruf”lar.
AA- Sevgili Böke Yüzgen’in “sekter” ve “ortodoks” sözcükleriyle tanımlayabileceğim “dilsel” eleştirileri ise tamamen “tercih” meselesidir. Bâzı konularda bir parça esnek olabilirdi. Despotik hali de sempatik.
AA- “Kime ve neye göre” sorusu sorulabilir. Okumaya soğuk bir milletiz. “Ağdalı” bir kitabı değil okumak, kimse eline bile almaz! Kurtlar Vadisi’nin senaryo grubunda da değiliz ki, dizi içinde Polat Alemdar’dan “satış” yardımı alabilelim!Sözünü ettiğim “ortodoks” bakış açısı burada “peak” yapmış. Üslubu beyan, ayniyle insandır, derler. Kitapta ele alınan konular, hiçbir surette “uzatılmamıştır”. “Ağdalı” yazma kaygısı ise söz konu bile değildir. Bir yazara (“yazar” olan ben değilim), niçin böyle yazdın diyerek, onun üslubunu hizaya çekmek doğru olmaz. Burada mihenk taşı “üslup tercihi”dir. Sadece ama sadece “yazan ne ise o yazıya geçirilmiştir”. Rahmetli Ünsal Oskay’ın denemelerini okuyan birisi için benim yazdıklarım çerezdir!
AA- Necmiye Alpay ile Feyza Hepçilingirler’in kitaplarına ek olarak, Ana Yazım Kılavuzu da kılavuz olarak benimsenmiştir. “Türkçe’nin” yerine “Türkçenin” bilinçli olarak tercih edilmiştir. “Dil adlarını küçük harfle başlatarak yazanlar var; ama genel kabul görmüş olan kural, dil adının büyük harfle başlaması ve aldığı çekim eklerinin kesme ile ayrılmaması biçimindedir. Doğru yazım, ‘Türkçe’nin’ değil, ‘Türkçenin’ biçiminde olan.” yazan Feyza Hepçilingirler’le aynı fikirdeyim. Ne var ki, “özel isim” mantığına göre “İngilizce’nin” yazımı da “doğru” sanki. “Genel kabul görme etkisi”ne bağlamak gerekiyor buna benzer ihtilafların nasıl neticeleneceğini.
AA- TDK’nin “birleşik kelime” ilkesine yakın değilim. Bence, iki sözcük bir araya (biraraya?) geldiğinde, başka bir “concept”i karşılıyorsa, o iki sözcük “birleşik” yazılmalıdır. Benim “tercihim” bu istikamette. Kısacası; “’Sütdişi’ değil, ‘süt dişi’, ‘anadil’ değil, ‘ana dil’” demek ferdî bir tercihten öte anlam taşımaz. Türkçe üzerine kafa yoran akademisyenler arasında bile “tek doğru”ya indirgenmiş bir yazım biçimine ulaşılamamıştır.
AA- Şimdi… “IZTIRAP” yazımı için yanlış demiş Böke Yüzgen. Doğrusu “IZDIRAP” demiş. Yanlış sevgili Böke. Dahası kitabın başında verdiğim kaynaklar ıskalanmış. Bakalım. Vural Sözer’de “ISTIRAP (Ar. Iztırab) kö. darp (darb)”.Ana Yazım Kılavuzu’nda “ISTIRAP”. Ve de İlhan Ayverdi Sözlüğü’nde “IZTIRAP-ISTIRAP-IZTIRAB” Yahya Kemal’den: “Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor / Lâkin vatandan ayrılışınıztırâbı zor” Daha fazla uzatmak istemiyorum. Ancak, durum girift. Bu kabil dil tartışmalarına “entelektüel tatmin” diyenler çoğunluktadır. Türkçede yaşanan erozyon, fakirleşme o kadar had safhada, o kadar derin ki, bu kelimeye gelene kadar neler var neler, dert edip ya sabır çekeceğimiz… Tek derdimiz bu olsun!
AA- Tek tek ele almak gerekirse: “Simidi”, “anmazlık” ve “ihraç” doğru elbette. Terziyiz ya! İDO’nun web sitesinde “Şehirhatları” yazması enteresan. Buna mukabil, “traş” kelimesi için “mal bulmuş Mağribi gibi” demek zorundayım. Sevgili Böke Yüzgen, “Şiir ve Reklam Yazarı Sayıklaması”nda geçen 3 ADET “traş” kelimesinin BİLİNÇLİ OLARAK, ÖZELLİKLE “TRAŞ” yazıldığı gerçeğini atlarken, Türkçe üzerine yazan birisinin kitabını okurken, “nasıl da yakaladım ama” cümlesinde vücut bulan sarhoşluğa teslim olmuş maalesef. Oysa o yazıda, “palindrom”lardan bahis açılmıştı: “’Kreatif ekip’ mensubu bir kişi, ki bu ‘yazar’ olsun, iyi bir ‘reklamcı’ olmak istiyorsa mutlaka şiir okumalıdır. Bu şarttır. Nasıl ki, güne zinde (‘Fitnes’” aşağı, ‘fitness’ yukarı; güzelim ‘zinde’ burada!) başlamak için ‘traş şart’ ise şiir okumak da şarttır. ‘Paliu dromos’ fark edildi mi? Tersinden okunuşu da aynı okunan kelime ve/veya cümlelere ‘palindrom’ denir. Şiir okuyanların, şiirle sıkı bir ilişki kuranların bu sözcük oyunlarına girişi de çok kolay olacaktır haliyle. ‘I’sız ‘traş’ yazımı için ‘tıraş’ yapmazsınız umarım.”
AA- Şu sevimli “şapka”mız… Böke Yüzgen haklı. Birinde “şapka” var, ötekinde yok… Bu nasıl iş? Bunun izahını kendime de yaptım. Kitapta da belirttiğim gibi, bazen (bâzen?) kendimi Yağmur Atsız gibi, tüm sirkonfleksleri atlamadan kuralına, telaffuzuna uygun olarak kullanmak isterken, bir yandan da, daha esnek bir “şapka” kullanımının okumayı kolaylaştıran, okuyanın gözünü tırmıklamayan yanına sığınıyorum. Aslına bakılırsa, “dünya” değil; “dünyâ”! “Mavi mavi masmavi, gözleri boncuk mavi” türküsünün öznesi bizi ilgilendirmiyor. Nasıl telaffuz edilirdi bu sözler? “Mâvi mâvi” diye uzatılarak söylenmez, kısa kısa “mavi mavi” diye işkence edilirdi hassas kulaklara!“Şapka” (^) olarak andığımız “inceltme-uzatma” işaretinin yetersiz olduğunu düşünüyorum. İnceltmek için “^”, uzatmak için ise harfin üzerine uzun çizgi konulmasından yanayım. Mesela: “ō”. Bu düşüncemin kabul görmesini beklemiyorum. Yerli yerinde bir “^” işareti kullanımına da razıyım. Kimi zaman Misalli Büyük Türkçe Sözlük’e kaydı kalbim, kimi zaman da Ana Yazım Kılavuzu’na…
AA- Kitaba yönelik eleştirileri okurken, kendimi “Yemekteyiz” adlı programa katılmış birisi gibi hissettim! Amacın üzüm yemek olmadığı, bağcıyı dövme noktasına odaklanılmış haliyle seyredeni hafakanlar içinde bırakan o programın, “Türkçedeyiz” versiyonunda… “Yazan”ın üslup tercihi, asık suratlı bir mürebbiyenin elindeki kızılcık sopasıyla hizaya çekilmeye çalışılmış izlenimi edindim ister istemez. Su bardağında parmak izi var, kompostoyu koyduğunuz kâsenin gül deseni ile kaşık simetrik değil vs.
AA- “’:’ karakterinden sonra büyük harfle yazılır.”demiş Böke Yüzgen. Yanlış biliyor. Kural şudur: “İki nokta konduktan sonragelen bölüm, bir tümce oluşturuyorsa, ya da tümce değerinde ise büyük harfle başlatılır; tek ya da öbek olarak sıralanan sözcüklerde büyük harf kullanılmasına gerek yoktur.” “Kelimenin anlamını merak edenler olabilir düşüncesiyle şu kadarını yazmak yeter: savaş aleti, silah, malzeme, teçhizat.” tümcesinde “:” kullanımına ilişkin hatalı bir kullanım yoktur! Diktatör tavrın hükümranlığından bahsetmiştim. “Ve” kullanımım da bundan nasibi almış. Tekrar: “Yazan”ın üslup tercihi diye bir şey vardır ve var olmalıdır.
AA- “Giydirmiş”, “sataşmasında” “laf atmak” gibi ifadeler maksadını aşmış. En azından “şık değil”. Niyetim, kimseye “giydirmek”, “sataşmak” ve “laf atmak” değildi. Böyle görüldüyse, algılandıysa bu benim kusurum olsun. Reklamcılık görselliğe ve sözcüklere yaslanır. Türkçenin bu bağlamda tertemiz, adam gibi, şık mı şık kullanımı GEREKLİDİR. Züppeliğe yer yoktur Türkçe iletişimde. Ben Ege Ernart’ı, Eli Acıman’ı, Hulki Aktunç’u, Vural Sözer’i, Egemen Berköz’ü, Erol Çankaya’yı ve onların kuşağının Türkçe kullanımını özleyen birisiyim. “Kârı” yazınca, karşıma geçip de; “şapka kalkmamış mıydı aabi” diyen nesle âşina olamıyorum, kimse kusuruma bakmasın! İyelik ekini “delete” eden bir nesle ise hiç!
AA- “Reklamcılık, Türkçe +” tanımı iyi sayılabilir. Kitabı okumayanları, kitaptan iyice soğutabilecek, recme kadar vardırabilecek satırlar burada olanca haşmetiyle boy gösteriyor. Yaptığım işi seviyorum. Herkesin işine saygı gösterirken, ifa ettiğim işe saygı gösterilmemesine sessiz kalmam düşünülemez(di). Bunun adı ise “şikâyet” değildir.”Türkçe ve etki alanına girdiği diller üzerine tespitler olduğu kadar, bir redaktörün kişisel dünyasında biçimlenen sosyolojik, psikolojik ve edebiyata ilişkin açılımlar da görebilirsiniz. Dahası, görülebilirse ne mutlu bana!”yazılmışsa…
AA- 37. sayfada görselliğe karşı durulmadı. Görselliğe verilen öneme eşdeğer bir önemin yazıya/söze-telaffuza- de yer verilmesinin altı çizilmeye çalışıldı.
AA- 71. sayfada ise “sayesinde” kelimesinin sadece olumlu bağlamda kullanılması gerektiğine vurgu yapıldı. İroni amaçlı kullanımlara söz etmeyecek kadar aklım başımda çok şükür!
AA- 119. sayfada “reklamlarda kullanılan dile” kızmadım. Türkçe kullanımındaki hayatî sorumluluğunu hatırlattım tüm reklamcılara… Geçmişin büyük ustalarını yâd ede ede…
AA- 237. sayfadaki “çelişki” (?) ise “Senior ‘Yazar’ Mevlânâ Sayıklaması”ndan… Bence çelişmiyor. Söz, muhatabın algı kapasitesine göre söylenebilir ama bunda da cıvıklığa, müptezelliğe düşmek gerekmez. Meramım budur.
AA- 219. sayfadaki “yaratıcılık” mevzuu… “B/içimdeki Yara Sayıklaması”nda “yaratıcılık” kavramı sorgulanmaya çalışıldı. Kalıtımın payı da inkâr edilemez elbette. Okumaya aç, meraklı bir bilincin “yaratıcılık”ta sınır tanımayacağını söyleyebilirim. Elbette “gen” faktörü de göz ardı edilemez. Burada “%” hususuna bakılır. Ağırlığı nedir genlerin?
AA- 323. sayfadan başlayan yazı için “standart” tutturulmalıymış, evet, umarım ki, “genişletilmiş” halinde buna benzer nüansları düzeltme imkânı elde edilebilir.
AA- 385’e gelelim. Hayatını “yazı”yla kazananların mesuliyet duygusu en üst seviyede olmalıdır. Bir cerrahın işini savsaklamasını düşünebilir miyiz? Reklamcılar ve işi yazı olan herkes bu derin mi derin mesuliyet duygusuyla yanmalıyız. Kelimeler savunmasızdır. Bir kelime yanlış yazılırsa, ağlar, üzülür. Onların hâmisi “yazar”lar ve “yazan”lardır.
AA- Sevgili Böke Yüzgen’in FTS’yi didik didik edip otopsi masasına yatırması ve elde ettiği sonuçları yazmasından ötürü memnunum. Nâmık Kemal ne demiş: “Bârika-i hakîkat, müsademe-i efkârdan doğar.” Bu açıdan, yazılan her cümlenin kıymeti vardır. Bu vesileyle, söyleyecek ne kadar çok sözümün olduğu da ortaya çıktı. Bu sayede (“bu yüzden” değil!) birkaç eksik gediği yazabilme şansı buldum. Kapalıçarşı’nın hikâyesini kaleme alan Mustafa Ordaş’ın ve birkaç okurun e-postalarında öne çıkarıp özel bir önem atfettiği “Mrk”yi gözden kaçırmamasını dilerdim, Böke Yüzgen’den. Sıkı bir “okuma-dinleme-seyretme” listesi vaat ediyor(du), haylaz “Mrk”ler.
AA- Kitabımın son cümlesiyle: “Sürç-i kalem ettiysek affola! Ne de olsa sürç-i insanız.”