20140707

Tohumlarım

Ormanın derinliklerinde, kendi halinde bir elma ağacıydım ben. Meyvelerimi sadece beş aç yedi. Beşi de farklıydı.

İlki önce yere baktı, çürümemiş elma bulamayınca, dibimde oturup, dallarımdan olgun bir elma düşmesini bekledi. Bekledi. Bekledi. Keyfim gelip de tek elma düşürmeyince ben, yukarı, gözlerime baktı, "Canın sağolsun" dedi. Çürük elmalara baktı yine. Çakısını çıkardı. Yiyebileceği yerlerini özenle ayıkladı. Yedi. Çekirdeklerini, en kötü tohumlarımı çıkardı. Neşe içinde etrafıma gömdü. Kafasını gövdeme yasladı. Okşadı. Yetmedi, öptü. Yola düştü.

İkincisi de önce yere baktı. O da çürümemiş, olgun bir elma bulamadı ama, oturmadı. Beklemedi. Kafasını kaldırıp gözlerime baktı, "İzninle" dedi, ve erişebildiği elmalarımı dallarımdan kopardı. Pek de iyilerimi değil ama... Zaten kısa boylu bir adamdı. Yine de karnını doyurdu. En kolay tohumlarımı öylece, posalarıyla beraber, kaderlerine terk ederek, yerlere attı. Sonra, gitti.

Üçüncüsü yere bakmadı bile. Hemen boynuma sarıldı, zor da olsa tırmandı. Dallarımda gezinirken hoyratça, kimini kırdı, kiminin tepesinde kızıl gökyüzlü ufkun doyumsuz seyrine daldı. Az daha düşecekti, en güzel elmalarımın ve manzaranın verdikleri hazzın sarhoşluğuyla. Hiç konuşmadı. Gözlerime bakmadı. En nadide meyvelerimi kopardı, keyfini çıkardı, boynuma kadar geçirdiği tehlikenin etkisiyle dikkat ederek indi, sonra atladı. Gücünün yetiği, erişebildiği, yeyebildiği iyi tohumlarımı posalarıyla beraber yerlere attı, gitti.

Dördüncüsü koşarak geldi. Kafası hep yukarıdaydı. Değil elma aramak için, ayağı bir şeye takılır mı diye bakmak için bile asla eğmedi. Gözlerime bakmadı. Hemen gövdeme yaslanıp sallamaya başladı. Şefkatli değil, hırçındı dokunuşları. Patır patır düşen olgun elmalarımdan kimi kafasına denk geldi, kimi o görmeden yuvarlandı, gitti. Kimini dişledi, beğenmedi, attı. Kimini koklayıp, heybesine attı. En olgun tohumlarımı, hem posalı hem posasız halleriyle, etrafa gelişigüzel saçtı. Arkasına bile bakmadan, çekip gitti.

Sonuncusu haşindi. Kafasını kaldırıp bana değil, elmalarıma, sadece bir kez baktı. Baltasıyla gövdeme art arda, acımadan vurdu. Güçlü kollarıyla yaşlı bedenimi iki dakika geçmeden yere, ayaklarının altına serdi. Zevkine uygun elmalarımdan almak için dallarımın arasında gezinirken, üstlerine bastı. İstemeden de olsa kusursuz tohumlarımı, iyi-kötü bütün elmalarımı ve iyi-kötü tohumlarımı ve beni, güzel bedenimi yanlarına besin diye ekleyerek, toprağa ekti. Artık etrafta kökü toprağın derinlerine kadar inen, yüksek miktarda besin toplayan koca rakipleri, ben de olmayacaktım. Bir can aldı, bin can ekti. Ben bittim.

Varoluş yok ediştir.

Öldürmek can vermektir.

En mavi mavi kızıl, en kızıl kızıl mavidir.

Nefret sevginin kızışmışı, sevgi nefretin soğumuşudur.

20140114

20131210

…ama neyi?

Yanımdan yaklaşık 30 yaşında, 165 cm boyunda, 100 kg ağırlığında bir evsiz geçti. Koku bulutu 72,5 milletin yaşadığı metropolün lağımıya, grev yüzünden aylarca toplanmamış çöp dağının karışımından müteşekkildi. Saçları Neyzen Tevfik, sakalları zenci kız kıvırcığını andırıyordu. Ağustos sıcağına rağmen, kim bilir kimin verdiği, akla ter bezlerinin artık iflas ettiğini getiren, mavisi patlıcan moruna dönmüş bir polar giyiyordu. Bakışları insanlıktan çıkmıştı. Herhangi bir alkol veya uyuşturucu türünün sıradan bir insanı kolay kolay sokamayacağı bir sarhoşluk içindeydi. Çevresinden bihaberdi. Yürümesine yürüyordu ama, sanki farkında olduğu bir amaç uğruna değil de, beyni yerine midesinin bacaklarına verdiği belirsiz bir emirle.

Acımaktan değil de, sadece meraktan, nereden geldiğini, neden bu durumda olduğunu düşünmeye başladım. Onu düşündüğüm falan yoktu, düşündüğüm kendimdim; tıpkı kefene sarılmış mevtanın üstüne toprak atan birinin, en azından bir an, ayaklarının altındakini değil de, salt kendini düşünmesi gibi. Ne olmuştu da “istenmeyen adam”a dönüşmüştü, herkes terk etmişti? Ne olmuşsa olmuştu. Bu haldeki bir adamı kimsenin istemeyeceğinin canlı kanıtıydı… Ne anası, ne babası, ne de zamanında uğruna yanan gacısı.

“Seni seviyorum.” dediğimizde salt birinin şahsiyetinden değil, onda vücut bulan içine daldığımız gözlerinden; okşadığımız ipek saçlarından; emdiğimiz memelerinden; gezdiğimiz arabasından, bir eliyle cebimize koyup, diğer eliyle çaldırdığı telefonumuzdan; parayı bastırıp aldığı kiralık Fransız malı beden kokusundan, donumuzu ütülemesinden; karnımızı doyurmasından ve kim bilir daha nelerden bahsediyoruz. O “sen” nitelik ve niceliklerden sıyrılmış, şartsız ve yalın bir atomlar bütünü değil, haz almamızı sağlayacak bir menfaatler bütünü. Acı mı? Değil. Herkes için aynı.

“Yine sever miydin beni, simsiyah duman olsaydım?” Ya “erkeğin özü” yerine bakterinin özü koksaydım? Kaçımız bu sorulara olumlu yanıt alabilir, kaçımız inanabilir?

Meşhur akrostiş yanlış yazılmış; “Seviyorum, ama kimi neyi?”

Aşk?

İş başka, arkadaşlık başka, sevgi bambaşka, aşk aşka.

20110227

Lisanın etkileri


İnsanların içinde bulunduğu durum, bir eli yağda, bir eli balda olanlar hariç, pek iç açıcı değil. İnsanların oluşturduğu sistemler ve yarattığı teknolojiler, sadece insanlığın değil, dünyanın varlığı için de tehdit. Akla teknolojinin sağladığı konfor faktörü gelebilir, ama ozonun delinmesi, iklim değişiklikleri, yeryüzünün şeklinin manipülasyonu ve çevre kirliliğini de düşünmek gerekir. Sistemler insan nüfusunun artışını cesaretlendiriyor ve ne yazık ki ters orantılı olarak, insanların gittikçe küçülen bölümü, dünyaya verilen bunca zararın getirdiği nimetlerden, hak ettikleri ölçüde faydalanabiliyor. Diğer yandan, birçok hayvan türü, aşırı avlanma ve doğaya verilen zarar sonucunda, yok olmaya devam ediyor. Dünyanın ve insanoğlunun bu durumlarının sorumlusu, insan türüdür.
İnsanı diğer hayvanlardan ayıran en önemli faktör, daha ana karnındayken, karmaşık bir lisan öğrenmeye başlaması. Anadili de denen bu lisan, insan doğduğunda, din, ahlak, gelenek vb. düşünce sistemlerinin sularında, uzun süren bir beyin yıkama sürecinden geçmesinde, olmazsa olmaz bir araç olarak kullanılır.
Dünya üstündeki bunca karmaşık lisan kalkarsa, geriye, diğer hayvanlar kadar "basit" iletişim kurabilen insan türü kalır. Varlıkları karmaşık lisanlı insanlar tarafından tehdit edilen "basit" lisanlıların hepsi, dünya üstündeki 3.800.000.000 yıllık evrim zincirinin yaşayan halkalarıdır. "Basitlik iyi mi, kötü müdür?", "İyiyle kötüyü kim belirler?" vb. soruların her durum için geçerli ve kesin cevapları yok. Kesin olan, dünyanın -üstünde yaşayan bütün canlılarla beraber- insansoğlunun yarattığı büyük tehdit altında olduğu ve insanoğlunun bunu yaparken kullanmayı öğrendiği ilk silahın, karmaşık bir lisan olduğu. Dünya üstünde lisanı basit kalmış, kabileler halinde yaşayan insan toplulukları da var ve dünyaya verdikleri zarar, "ilkel" çağda verdiklerinden fazla değil.
İnsanoğlunun elinde, karmaşık lisanları dünyadan silecek bir silgi yok. Din, ahlak ve gelenek gibi kanıtlanamayan sistemlerin hepsi, sağladıkları sahte mutluluğun yok olması pahasına da olsa, yok olmalı. Teknoloji, sağladığı konforun yok olması pahasına da olsa, kontrol altına alınmalı. Aksi taktirde, sistemler kanaatkar insanlar oluşturmaya devam ederken, teknoloji dünyayı kontrolsüzce yok etmeye devam edecektir. Kaynaklardan payına düşeni alamayan çoğunluğun teknolojiyi kontrol etmesinin tek yolu, rasyonel düşünmesine engel olan sübjektif düşünce sistemlerinin yok olmasıdır. Yıkıcı değişiklikler meydana gelmezse, dünyanın yıkılması yakın ve 4.500.000.000 yıllık yeryüzünün yakınının, 70 yıllık insan ömrünün yakınıyla mukayese edilmesi yanlış olur. Şu günlerden Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da meydana gelen halk hareketlerinin yıkıcı etkisi olumlu, ama neyin yıkıldığı ve yerine neyin konacağı önemli. Koltukları işgal edenlerin değil, koltukların değişmesi gerekiyor.
İnsanın evrimi ileri doğru mu, geri mi? Kuzey, güney, aşağı, yukarı gibi kavramlar insanoğlunun üretimi, aynı ileri ve geri gibi... Uzayda bunların hiçbiri yok. İnsanlar lisanlarını karmaşıklaştırıp çeşitlendirirken, diğer hayvanlar karmaşık lisanlarını basitleştirmiş olabilirler mi? Fantastik olurdu, ama hayır. En azından yazılı tarih, konuşan veya karmaşık lisanları olan hayvanlardan bahsetmiyor.
Lisan, insanları ayrıştıran etkenlerin en güçlülerinden, çünkü insan anadilini henüz doğmadan öğrenmeye başlıyor. Hangi ülkede, hangi dinden, hangi ırktan, hangi fiziksel ve düşünsel niteliklerle doğacağını seçemeyen insan, lisanını da seçemiyor. Tarih boyunca fakirlerin zenginlerin çıkarları uğruna cepheye gidip savaşmalarını sağlamak için, ülke, din ve ırk farklılıklarıyla beraber lisan farklılığı, en çok kullanılan farkılıklardan biri ve gerçekten de bariz farklılık yarattığı inkar edilemez. Bilim adamlarının, satranç şampiyonlarının, edebi dehaların, çığır açan filozofların vb. insanların aynı lisanları konuşanlardan çıkması, tesadüf olamaz.
Lisanın zahiri etkilerinin dışında, batıni etkileri de var. Ortalama bir insanın kullandığı lisan, insanı asosyalleştirecek kadar sert, direkt ve yüzeyseldir. Neyse ki lisanın negatif manevi etkilerinden sıyrılma gayretindekilerin sarılmaları için, sanat ve edebiyat var. Lisan ve çağrıştırdıklarının çiğliği bile, estetik harf dizilerine, seslere ve görsellere dönüşebiliyor. İnsanoğlu sanata ve edebiyata sahip çıkmalı, onlara tükürenlere karşı durmalıdır.
by by

20100804

20100714

Acımak (2/3)


10 yılı geçti. Sabahtı. Sultanahmet'teydik. Banktaydık. Serçe, karınca yuvasının ağzındaydı. Onlarca karıncayı, kahvaltı niyetine gagalıyordu. Tık - tık, tık – tık, tık, tık — tık, tık, tık, tık, tık! Ben, önceki gün kedinin ağzında gördüğüm serçenin yasını, başka türlü tutmaya başladım. Senin söylediklerinse, serçeye güzellemeydi. Kedinin sen, serçenin ben olduğumu, o anda anladım. Karınca da sevmezdim.
Ağzında yaşamayı ben seçtim. Nefesinin sıcaklığı, dişlerini unutturdu. Dışarıdan bakanlar için, kedi bendim, serçe sen. Böyle buyurdun. Beni kedi bileceklerdi. Ağzından kurtulup uçmayı, bir an bile düşünmedim. Söyledim. İnanmadın. Dişlerini mütemâdiyen sıktın. Etimi acıttın. İçimi acıttın.
Beni gezdirdin sonra, dünyânı gösterdin. Uçarken görmediklerimi, ağzındayken gördüm. Hiçbir zaman korkmadım. Nefesin vardı. Güvende olduğum tek yer, dişlerinin arasıydı.
Ne oldu sonra?
Son dolunaydan az önceydi. Dişlerini çok sıktın. Kötü yaraladın. Tükürdün. Gittin. Taş atsalar ne olur şimdi, atmasalar ne? Dön, öldür beni.
by by

20100630

Beklemek (1/3)


Telâfî şansının kalmadığı ânı bekledim. Gitmene ramak kala, uçan kuşa bakarak söyledim: "Unuttun.". Oyuncak sözü verdiğin çocuğun gözlerine baktı, utanmış güzel gözlerin. Ayın her kalınlaştığı gün, içindeki hüzün katlanarak büyüsün.
Benim ilk aşkım, bir Atari 800XL'di. Basic (basit) dilinde konuşurduk aramızda. Şimdi basitçe yazıyorum sana:
10 AYRILIK
20 (EĞER 10=ACI) GİT 30, (YOKSA) GİT 50
30 BEKLEMEK
40 (EĞER 30=ÖZLEM) GİT 30, (YOKSA) GİT 50
50 YENİ AŞK
Yazdıklarımı okumazsın, okusan da sıkılırsın. Yine de ayrılık defterime, satır satır yazılsın.
by by
Sırf kendi bildiği lisanda, bak ne diyor Fraser: "Kala". Kalsaydın ya.
Yann Tiersen Feat. Elizabeth Fraser - Kala

20100629

Med cezir


Dolunayın senelik izindeki fukarâ benden üstündeki etkisi devam etti, med cezirle dolu bir gün daha bitti. Sabahtan bir görüşmesi vardı, ardından ikincisini yaptı, ardından ver elini Fındıklı çaycısı, ver elini Yerebatan Sarnıcı, Sultanahmet çaycısı, Tahtakale toptancısı, Hisar manzarası, İstinye çaycısı.
Sultanahmet Meydanı'nda bir çift göz gördü bu garip, içinde olduğu mahpushâne aracından muzdarip. Gözlerin sâhibi elleri demir parmaklıklarda, hüzünle bakıyordu cıvıl cıvıl Sultanahmet Meydanı'na. "Ne şanslıyım, özgürüm ulan!" diye haykırdı içinden, bu sürüngen benden. Atladı sonra, her akşam bir kere kalkan Boğaz motoruna, kuruldu sâhil boyunca dizilmiş yalıları izleyeceği koltuğuna.
Fukarâlığına kahredip durdu, unuttuğu anlarda beter mahpusu.
by by

20100628

Zaman öldürmek


"Zaman öldürmek için." diyor. Zaman kaç canlının kâtili, bilir misin sen? Herkesi, her şeyi yutan, yutarken kılçığını ayıklamaya bile tenezzül etmeyendir o. Öyle haşmetlidir ki, "Zaman öldürmek için." sözleri dökülürken dahi dudaklarından, seni yavaş yavaş öldürmektedir. Doğduğunda yaşlanmaya başladın sen, hattâ ananın rahminde. Ölüm sayacın gerçekte, spermin yumurtanla buluştuğu an başladı. İlk yarışını kazandığında sen, başın ölümlülükle taçlandırıldı.
"Zamân"ı geriden okuyup, ölümden sonra rahata ermek için uğraşanlar da var, öyleymiş gibi görünüp dünyâlarını garantiye alanlar da.
En, boy, derinlik, zaman... Dördüncü buut olarak zaman. Buutları sıralarken bile insan, son sıraya koymuş, bak. Sebebi haşmetine duyulan saygı değil, ölüm korkusundan uzaklaşma gayretidir. İlk üçüne müdahale etmek çoğu zaman mümkünken, zamânı manipüle eden formül, henüz keşfedilmemiştir.
Kıçından alıp yüzüne yapıştırmaları için üstüne para verdiğin deri, getiremez geçen zamânı geri. Aldırmak için servet döksen de geri, hiçbir şeye aldırmadan hareket eder, hep ileri. Güneş altına yattığında yakmak için tenini, yardım ettiğindir, yaşlandırması için seni.
Fiziği en çok uğraştırandır zaman. Aşındırma kuvveti... Kayayı unufak ederken deniz dalgalarıyla, en yakın dostu zamandır, yanında olan her an.
Çocuktun da hani, yaşını buçuklarla söylerdin sen, can atarken büyümek için. "Hele şu okul bitsin.", "Hele şu arabanın taksidi bitsin." derken sen, içinde müstehzî gülümseyen bir saat vardır her zaman. Zaman ayarlı bir bomba taşıyorsun içinde... Adı zaman.
Böke Yüzgen, 2010
¨¨˜”°º•by•º°”˜¨¨

Dün gece dolunay vardı. "Many moons have passed" diye başlayan şarkısının videosunu yapmayan Ian Brown'ı, John Austin kötü cezâlandırmış:
Time is my everything
Many moons have passed
since our paths last crossed
Did you maybe lose your way?
'cause time is my everything
Time is my everything
For you I'd do anything
Under the sun
And child, don't you fear anything
For all of the wicked men,
shall have to stand in line
I know you're gonna see it in the fullness of time
I know you're gonna see it in the fullness of time
So many moons have passed
since our paths last crossed
You're gonna have to find a way,
time is my everything
Time is my everything
For you I'd do anything
Under the sun
Child, don't you fear anything
For even the greatest men,
shall have to stand in line
I know you're gonna see it in the fullness of time
Ain't the devil happy
when two lovers break a bond they made?
Happy ever after when two lovers come as one again
I know you're gonna see it in the fullness of time
I know you're gonna see it in the fullness of time

20100623

Kullanıcı gözüyle twitter


Eskiden açtığım twitter hesâbımı son bir aydır aktif olarak kullanıyordum, bugün kapattım. Anonim yazarların ne kadar rahat yazdıklarını gördükçe, kendi adımla hesap açtığıma daha çok pişmân oldum, sonunda kapattım. Gözlemlerimi paylaşıyorum.
  1. Fikir RSS'e çok benziyor. Her twitter hesâbı RSS yayını yapan bir internet sitesine benziyor. İsteyen istediği RSS'e abone oluyor ve bunları gruplayıp listeler oluşturabiliyor. O listelere de abone olmak mümkün.
  2. Kullanılan Türkçe ekseriyetle "gençlik Türkçe'si" ve bu gâyet doğal... Kullanıcıların ezici çoğunluğu genç.
  3. Çoğu insan alıntı yaptığında kredi vermiyor. Uyduruk alıntılar da çok. Birisi Atatürk'ün söylediğini iddia ettiği, İsrâil'i kötüleyen bir vecîze yazdı. Atatürk 1938'de öldü, İsrâil 1948'de kuruldu.
  4. 140 karakter sınırlaması Strunk ve White'ın "The Elements of Style"ındaki can alıcı bir noktayı uygulamalı olarak öğretiyor... Kısa ve öz yazmak... Gerçi tweet'leri arka arkaya girerek 140 karakter sınırına meydan okuyanlar da yok değil.
  5. O anda en çok konuşulan konuları listeleyen trending (moda) fonksiyonu henüz Türkiye'yi desteklemiyor. Türkiye'de gündem çok hızlı değiştiği ve herkes birkaç gün için aynı konuyu konuşup, yeni bir gündem maddesi yaratıldığında eskisini unuttuğu için, trending fonksiyonunun Türkiye'ye pek gerektiği de söylenemez. Durum öyle bir hâle geliyor ki, herkes aynı anda aynı konuda tweet (cik) yazmaya başlıyor.
  6. Yüzlerce, hattâ binlerce kişiyi follow (tâkip) edenler — daha doğrusu iddia edenler — var. İnsan hayâtını vakfetse, bu kadar metni okuyamaz. Hiç mention atmayan (tepki vermek veyâ laf atmak diye çevirsem?) veyâ yalnızca gelen mention sâhiplerine mention yazan birinin, kimseyi okumadığını veyâ nâdîren okuduğunu anlamak güç değil.
  7. Kimseyi tâkip etmeyenler var... Bu bir dürüstlük göstergesi gibi görünse de, twitter'ın karşılıklı bilgi akışı mantığına ters. Bunların çoğu "Ben kendi kitabımdan başkasını okumam." diyen yazar takımından.
  8. İşlerin her an "Ne yiyorsan osun."a benzer şekilde, "Kimi tâkip ediyorsan osun."a gelmesi mümkün. Örn. canlı dizi, tartışma programı, hava durumu ve futbol maçı yorumcuları bâzen ölçüyü kaçırabiliyorlar.
  9. Maalesef tweet silen, özellikle de mention tweet'lerini silen çok insan var.
  10. Sahte hesap sayısının çokluğunun sebebi belli. Ünlülere meraklı yurdum insanı, twitter'da da aynı insan.
  11. Bir listeden çıkmak için , listeye alanı bloklamak ve bloğu kaldırmak yeterli.
  12. Birine mention yazarken, @ işâreti tweet'in başına koyulursa tweet'i sâdece mention'da bahsedilen, başka bir yerine yazılırsa tüm tâkipçiler görüyor.
  13. Gelişmiş arama faydalı.
  14. Arayan bulur. Bana yeni şeyler öğreten, bildiğim konularda farklı düşünmemi sağlayan ve espritüel kullanıcılar buldum. twitter'da nicelik yerine nitelik önemli. Tâkip edilesi insanları bulmak için ilk baktığım yer, severek tâkip ettiklerimin tâkip ettiklerinin listeleriydi. Virüs gibi oradan oraya bulaşmayı sevdim.
Yeni bir okula başlamış farzet kendini... Kafa arkadaşlar bulmak için biraz vakte ve kazımaya ihtiyâcın var. twitter bir okul.
Böke Yüzgen, 2010
¨¨˜”°º•by•º°”˜¨¨

20100613

Sibel Arna ve zamâne köleliği olarak istihdam


Öncelikle Sibel Arna'nın "Dokuz aylık bebekle mavi yolculuk" makâlesini sonuna kadar okuma sabrını gösteren, bununla da yetinmeyip, sosyâl medyanın gündemine taşıyan insan(lar)a teşekkür ederim.
Makâleyi buraya aynen yapıştıracağım, çünkü üçüncü partilere şüpheyle yaklaşırım. Bir yerlerine mutlakâ "dizgi hatâlarından sıyrılma" ve "içeriği haber vermeksizin değiştirme" ile ilgili uyarılar iliştirirler. Ayrıca sitenin altyapısı değiştiğinde, ilgili adresin değişme ihtimâli yüksektir.
Dokuz aylık bebekle mavi yolculuk
Bazen bana bir deli cesareti geliyor diye düşünüyorum. Yoksa dokuz aylık bebekle bir haftalık mavi yolculuğa nasıl evet derim. Ama dedim.
34 metrelik, sekiz kameralık, 16 kişilik teknemiz Deniz Felix Balina’ya geçen cumartesi dokuz yetişkin, iki bebek olarak bindik. Rüzgar’ın arkadaşı Kuzey henüz yedi aylık. İnanmayacaksınız ama ikisinin de keyfi yerinde. Temiz hava, fazla yakıcı olmayan güneş ve beşik gibi sallanan tekne onlara iyi geldi.
Bu Rüzgar’la bizim ilk tatilimiz. İlk defa evinden ayrı bir yerde uyudu. Hiç sorun çıkarmadı. Doktorumuz bunu bize daha yirmi günlükken demişti: “Bebeğinizle dünyanın her yerine gidebilir. Yeter ki annesiyle babası yanında olsun.” Ne kadar doğruymuş. Mekanlar ne kadar önemsizmiş. Dört duvarın içine tıkılıp kalmak ne kadar gereksizmiş.
Peki senden ne haber derseniz, şöyle: Tabii ki bu daha önce yaptığım mavi turlara hiç benzemedi. Bu satırları yazarken teknede beşinci günümüz bitti, ben hala teleme peyniri! Her seferinde “Şimdi yarım saat güneşleneceğim, beni hiçbir güç yerimden kaldıramaz” diyorum ama kaldırıyor tabii ki! Rüzgar, 70 koruma faktörlü krem gibi sağ olsun! Dadılar yanımızda olmasına rağmen sere serpe uzanmak imkansız. Sütü, çorbası, meyvesi derken akşam oluyor.
FESTİVAL GİBİSİN RÜZGAR
Deniz deseniz Rüzgar uyanıksa o da zor. Çünkü arkamdan gelmek istiyor. Beni suda çimerken her gördüğünde çığlık kıyamet bağırıyor. Ya bana bir şey yapıyorlar zannediyor ya da yanıma gelmek istiyor.
Ne yapıyoruz? Yeni emeklediği için teknede sabit duramıyoruz. Dizlikleri bacağında, o önde ben arkada, tekneyi tavaf edip duruyoruz. Eğleniyoruz. Attığı her kahkahada, göz bebeği her parladığında, heyecanlanıp kamyonların önünde duran süs köpekleri gibi sallandığında deliriyorum. İşte hep o anlarda tekrar tekrar fark ediyorum bunun hayatımın en büyük mutluluğu olduğunu. Festival gibisin Rüzgar ebediyen sana katılmak istiyorum.
Biz mi tatile çıkıyoruz dadılar mı?
Tekne tatilinin bana tatil olmamasının bir nedeni de dadımız Hanife Hanım. Tekneye binince, Göcek, Rodos, Simi gezince ona bir şeyler oldu. Resmen aklı uçtu. Yoksa neden Rüzgar’a tarhana çorbası yapalım dediğimde yayla çorbası pişirsin? Bunu yaptığı gün Rüzgar sabah kahvaltıda yumurta yemişti üstelik. E yayla çorbasının içinde de yumurta var. Bir gün içinde iki yumurta veremeyeceğimizi ezbere biliyor.
Yüzme bilmemesine rağmen her gün beş posta denize giremediği için hayıflanmaya başladı. “Sibel Hanım keşke kocamla çocuklarım da burada olsaydı” sayıklamalarının ardı arkası gelmedi. Normal şartlarda Rüzgar’ı mutlu etmek konusunda profesör olan kadın, deniz üstündeyken sınıfta kaldı. Oğlumu alıp, oyuncakları yayıp bir saat kesintisiz vakit geçirmeyi hiç başaramadı. Bunun yerine Rüzgar’ı kucaklayıp, peşimde dolaşmayı tercih etti.
Neden? Nedeni basit. O da insan. Evet denizi görünce giresi geliyor, seni bikinili görünce onun da canı sere serpe uzanmak istiyor. Eminim kamaradaki aynaya her baktığında acaba yüzüm yanmış mı diye kontrol ediyor. Ama tabii ki abartmaması, çalıştığını unutmaması gerek. Hanife Hanım’daki arızaların benzerlerini Kuzey’in dadısında da gözlemledim. Simi’de fotoğraf çekeceğim derken bebek arabasının üstüne kapaklanıyordu mesela.
Bu konuda daha enteresan hikayeleri ise döndüğümde dinledim. Arkadaşım Tülin’in bakıcısının Antalya’daki tatil köyünde bir saat ortadan kaybolmasına, işini gücünü bırakıp gidip göbek dansı kursu almasına kaç puan verirsiniz? Kardeşim dadı mısın, dansöz mü? Bu hareketleri yapabildiğine göre iyi kıvırdığın bir gerçek, niye bir de üstüne kursa yazılıyorsun, anlamadım. Aynı kıvrak insan, ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi dalış kursuna da gitmek istemiş. Neymiş su altında nasıl nefes alınıyor çok merak ediyormuş. Büyük konuşmayayım ama ben o kadının kafasını dalış tüpü olmadan suya gömerim!
Sibel Arna
Sosyâl medyada makâle üstüne yazanların çoğu, yazarımsının kölelik devrini özlediğini savundular. Hâlbuki kölelik bitmemiştir "efendim", isim değiştirmiştir.
Çocukluğumda, bir iktisatçı olan babam M. Ercüment Yüzgen'in kütüphânesinden okuduğum bir kitap, "meta"nın târihini anlatıyordu... Milyonlarca yıl önce, komünal yaşam vardı. İnsan türü, diğer akrabâları gibi, berâber avlanıyor, barınaklarını berâber hazırlıyor, berâber topladıklarını, berâber avladıklarını, berâber tüketiyorlardı. Çok çok çok daha sonra mülkiyet, çok çok daha sonra trampa, çok daha sonra para bulundu.
Köleliği tetikleyen yalnızca iktisâdî metamorfoz değildir. Jared M. Diamond, "Guns, Germs, and Steel: The Fates of Human Societies" adlı kitabında, silah, mikrop ve çeliğin etkilerini de tafsîlatlı olarak anlatır.
Tüm bu gelişmeler on milyonlarca yıl zarfında cereyân ederken, birçok îcâdı da tetiklemiştir. Örneğin barınaklar eskiden birlikte kullanılırken, diğer insanlardan çok metası olanlar için, mülkiyetlerini koruma amacıyla, kaleler îcât edilmiştir. Nüfûsun artması, beslenme ve barınma ihtiyaçlarını karşılama güçlüğünü de getirmiştir. İnsan türü önce avlanmak, daha sonra başka insanları alt etmek, köleleştirmek ve elindeki metaları gasp etmek için, çeşitli silahlar îcât etmiştir. Tüm bunlar köleliği doğurmuştur.
Süreç bitmemiştir. Kalelerin yerini alan ve herkesin olan İstanbul Boğazı'nın en güzel noktalarını halka kapatmış yüksek duvarlı yalılar, canım Türkiye'min (*) bayılarak seyrettiği Aşk-ı Memnû adlı dizide bolca görülebilir. Beslenme ve barınma ihtiyaçları, nüfus arttıkça, geniş halk yığınları için, daha büyük zorluklar yaratmaya devâm etmektedir.
Kölelik bitmemiştir "efendim", isim değiştirmiştir. Temel ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli kaynağı olmayan insanlar, emeklerini efendilerine satmak ve iktisatta "artı değer" tâbir edilen değeri katmak zorundadır. Köleliği korumak için sayısız kitap yazılmış, halk yığınlarının bunlara tapınmaları sağlanmıştır. Medya aracılığıyla pompalananların çoğu da, bu amaca hizmet etmektedir. "Toplum mühendisliği"nin hedefi, köleliğin devâm etmesini sağlamaktır. ve günden güne gelişmelidir. Aksi hâlde, günden güne genişleyen yoksul çoğunluk idâre edilemez. Köleliğin "sürdürülebilirliği", toplum mühendislerinin başarılarına bağlıdır. ABD'nin başına bir siyahın getirilmesinin bir sebebi vardır.
Kölelik bitmemiştir "efendim", isim değiştirmiştir. ABD'de bir otobüste yanına siyah tenli biri oturduğunda, oturduğu yerden kalkarak, ayakta seyahat etmeyi tercih eden beyaz tenli şahsı, kendi gözlerimle gördüm.
John Lennon, geniş kitleleri fikir ve eserleriyle etkilemiş bir kişiydi. Bunlar arasında "Imagine", özel bir yer tutar. "Efendim", bu yüce insan, benzeri sayısız insan gibi, katledilmiştir.
"Possession isn't nine-tenths of the law. It's nine-tenths of the problem."
"Mülk yasaların onda dokuzu değildir. Problemin onda dokuzudur."
John Lennon
Sibel Arna'nın makâlesi, Jared M. Diamond'ın savunduklarının bir kanıtıdır. Diamond, az gelişmiş medeniyetlerde yetişen çocukların, gelişmiş medeniyetlerde yetişenlere göre daha zekî olduklarını savunur,  sebebi, tuzak kurarak avlanan, karnını doyurmak için yaptığı işte başarılı olmak zorunda olan beyinlerin, televizyon karşısında büyüyen ve sınav kazanmadan özel okullarda okuyabilenlerden fazla gelişme olanağı bulmasıdır. Sibel Arna'nın makâlesi, niteliksiz olabilir. Bütün yazdıkları öyledir, bütün yazacakları da öyle olacaktır. Yazdıkları nitelikli olamayacağı gibi, olmak zorunda da değildir, çünkü o köşede büyük ihtimâlle torpille yazmaktadır, ancak bir "efendi" olan Sibel Arna'nın takdire şâyan bir yönü vardır... Makâlelerini okuyan herkesin kendine benzediğini düşünmesinden midir, yoksa akıl edemediğinden midir, bilinmez, ama takiyye yapmamıştır.
İyi günler dilerim "efendim".
* CC: Creative Commons
Böke Yüzgen, 2010
¨¨˜”°º•by•º°”˜¨¨

20100612

Uzaydan nanik


Haberin var mı canım Türkiye'm*?
İnternet'ine sansür gelmiş.**
Gâvur Varna'yı*** geçmiş,
Uzaydan nanik yapıyor.
 
* CC: Creative Commons
** AA: Anadolu Ajansı
*** NH: New Hall
 

Böke Yüzgen, 2010
¨¨˜”°º•by•º°”˜¨¨

20100603

Şâir ile musahhih


Şâirin musahhih olması kendisi, musahhihin şâir olması başkaları için acıdır.
Böke Yüzgen, 2010
¨¨˜”°º•by•º°”˜¨¨

20100531

İş hayâtında ter


İş hayâtında ter dökenler ikiye ayrılır: Apış arası teri dökenler ve alın teri dökenler. Apış arası teri dökenler ikiye ayrılır: Orta malı olanlar ve iyi yere dükkân açanlar. Alın teri dökenler ikiye ayrılır: Bir yanak bir yanda, bir yanak diğer yanda kalır.
Böke Yüzgen, orijinal sürümü 2003(?) - genişletilmiş sürümü 2010
¨¨˜”°º•by•º°”˜¨¨

20100523

Gece insanları


Gece insanları çakıl taşları gibidir. Kum tâneleri güneş batmadan elekten geçer... Sokaklar çakıl taşlarına kalır.
Böke Yüzgen, 1999?
¨¨˜”°º•by•º°”˜¨¨

Şeker ve dırdır


Bir çocuğun şeker yemeyeceğine söz vermesi, bir kadının dırdır etmeyeceğine söz vermesine benzer.
Böke Yüzgen, 2010
¨¨˜”°º•by•º°”˜¨¨

Harriet



Böke Yüzgen: "Darwin'in kaplumbağası ölmüş."
Semrâ Yüzgen: "Allah rahmet eylesin."
2006?
¨¨˜”°º•by•º°”˜¨¨

20100504

Lubuntu 10.04: Netbook'lar için en iyi işletim sistemi


Sâdece netbook’lar değil, konfigürasyonları düşük bilgisayarların çoğu için de modern ve hızlı bir işletim sistemi var… Adı Lubuntu, sürümü 10.04. Bilgisayarı hızlı olan, ama boşa bellek ve işlemci gücü harcamak istemeyenler, işletim sisteminin hızlı tepki vermesini isteyenler için de ideal. “En hızlı” değil, ama en iyi... ArkasındaUbuntu uyumluluğu var. Dolayısıyla birçok program uyumlu ve donanım desteği olağanüstü. Ubuntu bazlı yeni dağıtımların en hızlısı.CrunchBang Debian yoluna sapmayı tercih ettiği için, meydan ona kaldı. Son kullanıcıya hitâp eden işletim sistemlerinin en güvenlisi Linux’tur ve eski bilgisayarlarında performans gerektiren işler yapmayı düşünmeyenler için en iyi işletim sistemi, şu anda Lubuntu. Ubuntu, uzun süredir Linux dağıtımlarının tartışmasız olarak en çok kullanılanı ve tartışmalı olarak en kullanıcı dostu olanı. Ubuntu’da Gnome masaüstü kullanılırken, Lubuntu’da LXDE masaüstü ve/veya Openbox pencere yöneticisi kullanılıyor. Ayrıca başka dağıtımlarda, örneğin Ubuntu Netbook'ta daha önce gördüğümüz, netbook’lar için özel olarak tasarlanmış arabirim de “Lubuntu Netbook” adı altında sunuyor.
Burada Linux'a yabancı olanlar için birkaç açıklama yapmak gerekiyor. LINUX ÖZGÜR ve BEDÂVADIR. Linux bir “kernel”dir. Kernel, çekirdek demektir ve işletim sisteminin kalbidir. Açık kaynaklı Linux Çekirdeği, adını yazarı Linus Torvalds'tan ve Unix’e olan benzerliğinden alır. Linux dünyasında çok sayıda dağıtım vardır. Bunun sebebi tamâmen açık kaynaklı olması, isteyen herkesin işletim sistemini çekirdeğinden başlayarak yepyeni bir şekilde tasarlayabilme özgürlüğüdür.  Linux dünyasındaki özgürlüklerden biri de, shell (kabuk) diye nitelenebilecek, İngilizce’de GUI (Graphical User Interface) denen, grafiksel kullanıcı arayüzü olarak çevrilebilecek masaüstünü seçmektir. Bu arada Linux dağıtımlarının en önemli özelliklerinden biri, temel ihtiyaçları karşılayacak programların işletim sistemi yüklendiğinde hazır olmasıdır. Ayrıca gerekli driver (sürücü) yüklemeye de gerek yoktur. Uğraştırmaz.
İlk defa yapacaklar için, Lubuntu yüklemeyi kısaca anlatacağım. İndirdiğimiz ISO'yu bir CD’ye yazdıralım veya Unetbootin yardımıyla bir USB hâfıza hazırlayalım. Lubuntu’yu kurmaya başlayabiliriz. Bilgisayarı CD’den veya USB’den başlatalım. “İleri” deyip geçilecek ve önemli olmayan adımların ekran görüntülerini koymuyorum. Aslında sâdece birkaç nokta üstünde kısaca duracağım. 
En üstteki seçeneği tercih edersek, Lubuntu yüklenirken internette gezinebiliriz, programları karıştırabiliriz. Zâten çok kısa olan yükleme süresince oyalanabiliriz.
Burası önemli. Ben ekran görüntülerini kolay almak için VirtualBox üstünde yükleme yapıyorum ve tüm diski kullanıyorum. Eğer bilgisayarında başka işletim sistem(ler)i yüklüyse ve tüm disk kullanılıyorsa, Lubuntu için 5 GB alan açman yeter. Vâr olan partisyonları boyutlandırabilirsin. Sonuçta Lubuntu GRUB'u boot yükleyicisi yükledikten sonra, her açılışta hangi işletim sistemini yüklemek istediğini soracak. Ekstra külfet yok. Bunların hepsi otomatik olarak ayarlanıyor.

Burası da önemli. Güçlü bir şifre seçersen ve "Giriş yapmak ve ev klasörümün şifresini çözmek için parola iste" seçeneğini işaretlersen, bilgisayarın çalınsa bile, özel verilerine ulaşılamayacağını bilmenin keyfini yaşarsın.
Lubuntu’nun program (Linux’ta “paket” diye geçer) seçimleri çok güzel yapılmış. Hepsi performans düşünülerek seçilmiş. Beğenmediklerimizi atmak ve başka programlar kurmak çocuk oyuncağı. Synaptic Package Manager’ı kullanabiliriz.
Önemli olan işletim sisteminin nasıl hissettirdiği… Lubuntu hızlı. Hissediliyor. Michael Larabel’in yaptığı benchmark’lar da bunu doğruluyor. Openbox LXDE’den hızlı ve kullanmak mümkün, yalnız /etc/X11/openbox’ta bulunan iki XML dosyasını elle düzenlemek gerekiyor ve bu yeni başlayanlar için zor olabilir… Ayrıca masaüstü diye bir şey yok. Bu da garipsenebilir. Zâten varsayılan masaüstü yeterince hızlı ve ayarları çok kolay yapılabiliyor. İstersen “Lubuntu Netbook” arabirimini de kullanabilirsin. Bu kiosk benzeri ve program çalıştırıcılardan oluşan bir arabirim… Bu devirde 521 MB’lık bir ISO ile bu kadar masaüstünü ve Ubuntu uyumluluğunu bir arada sunan bir dağıtım bulmak çok güzel. Masaüstlerini giriş ekranınının sol altından seçebiliyoruz. Hepsinin birer ekran görüntüsünü ekliyorum. LXDE’nin Mac OS’a çok benzeyen masaüstü resmini elbette değiştirmek gerekiyor. Linux dağıtımlarının eksikliklerinden biri, sürekli başka işletim sistemlerine benzemeye çalışmaları. Özgün olursa kimsenin rağbet etmeyeceğine dâir yanlış bir inanış var. Bunu KDE’nin Windows’a, Gnome’nin Mac OS’a olan benzerliklerinde görmek mümkün.
LXDE masaüstü (varsayılan)
 Lubuntu Netbook masaüstü

Openbox pencere yöneticisi
Farklı multimedya formatlarını desteklemek ve önemli programları hızlıca yüklemek için Martti Kuparinen’in yıllardır güncellediği bir script'i var. Bir terminal penceresi açıp onu çalıştıralım:
wget http://www.iki.fi/kuparine/comp/ubuntu/en/install.sh
komutunu yapıştıralım. Ardından:
sh install.sh
yazalım. Sorulara kurulmak istenen paketlere bağlı olarak cevap verelim ve gereken yerde şifremizi yazalım. Artık hızlı, güvenli, tüm multimedya formatlarını açabilen, canavar gibi, ÖZGÜR ve BEDÂVA bir işletim sistemimiz var.
by ¨¨˜”°º•by•º°”˜¨¨

(Yazan: Böke Yüzgen) Cevap: (Yazan: Adnan Algın) / Cevap: Fax, Taxi & Sex (Espassız Sayıklamalar) - Adnan Algın


Adnan Algın'ın kitabı üstüne devam... Bu kez ben cevap veriyorum.
AA- Bir yanlışı düzelteyim: Kitabın tasarımcısı ben değilim. Kitabın tasarımı tamamen Bamm-RYD işbirliğinin eseridir. Alternatif “kitap kapağı” önerim ise “kurumsallık” engeline takılmıştı/r. Şu doğru: Baskı öncesi kitabı görmedim.
Adnan Ağabey, ben “Kitabın tasarımını sen yaptın.” demedim. Tasarımcının yaptığı hatâları görüp uyaracak kadar yetkin gördüğüm için, seni de sorumlu tuttum.
AA- Kitabın sol sayfalarındaki boşluk, tamamen “görsel düzenleme” amaçlı. Beslenme Saati kitaplarında sol sayfa boştur. Bir de, not alma gayesi güdülmüş. Bu husus, tamamen “art”istik bir tercihti/r.
Demek paraları çok ve/veya ağaçlara acımıyorlar. Sağ sayfalarda notlar için gereğinden fazla alan var. Not tuttuğum için biliyorum.
AA- “Mizanpaj hatâları” ve diğer görsel düzenlemelere işin “teknik” kısmı dersek, bu hususlardaki görsel pürüzler, gözü yoran çapaklara yönelik eleştirilerde haklılık payı var, var olmasına da… Bamm-RYD işbirliğinde yayımlanan Beslenme Saati kitaplarının bu haliyle yayımlanması küçümsenmeyecek bir çabadır. Arkasında “holding” desteği olan bir yayınevi “sıfır hata”lı veya “sıfır hata”ya yakın bir kitap sunabilir okurlara.
“Teknik” yazarak küçümsemişsin. Yazıyı çok seven bir insan olarak tipografi konusunda hassas olmanı beklerdim.
 AA- “İtalik metnin altı asla çizilmez” mi? Niçin? İşaret edilmek istenen dev gibi bir hatanın iyice göze sokulması gayesi egemendir bu kuralın (?) ihlaline sebep. O kadar fahiş bir hatadır ki gösterilmek istenen, sadece italik yazmanın yetmeyeceği bir sallapatiliği afişe etme çabası olarak görülmelidir bu ve buna benzer “tasarruf”lar.
Vurgu üstüne vurgu olmaz.
AA- Sevgili Böke Yüzgen’in “sekter” ve “ortodoks” sözcükleriyle tanımlayabileceğim “dilsel” eleştirileri ise tamamen “tercih” meselesidir. Bâzı konularda bir parça esnek olabilirdi. Despotik hali de sempatik.
Sözlerime, dolayısıyla bana, Türkçe’siyle “bağnaz” demişsin, “tutucu” demişsin… Üstüne despot da demişsin...  Benim yazdıklarım tipografik kurallardır ve hepsi doğrudur. Onları yumuşatarak yazmam, yazamam. Senin bir yazar olarak öğrenmeni tavsiye ederim.
AA- “Kime ve neye göre” sorusu sorulabilir. Okumaya soğuk bir milletiz. “Ağdalı” bir kitabı değil okumak, kimse eline bile almaz! Kurtlar Vadisi’nin senaryo grubunda da değiliz ki, dizi içinde Polat Alemdar’dan “satış” yardımı alabilelim!
Sözünü ettiğim “ortodoks” bakış açısı burada “peak” yapmış. Üslubu beyan, ayniyle insandır, derler. Kitapta ele alınan konular, hiçbir surette “uzatılmamıştır”. “Ağdalı” yazma kaygısı ise söz konu bile değildir. Bir yazara (“yazar” olan ben değilim), niçin böyle yazdın diyerek, onun üslubunu hizaya çekmek doğru olmaz. Burada mihenk taşı “üslup tercihi”dir. Sadece ama sadece “yazan ne ise o yazıya geçirilmiştir”. Rahmetli Ünsal Oskay’ın denemelerini okuyan birisi için benim yazdıklarım çerezdir!
Elbette bana göre... Sanmam ama, başka bir okur “Çok kısa yazmış, bir şey anlamadım.” da diyebilir.
AA- Necmiye Alpay ile Feyza Hepçilingirler’in kitaplarına ek olarak, Ana Yazım Kılavuzu da kılavuz olarak benimsenmiştir. “Türkçe’nin” yerine “Türkçenin” bilinçli olarak tercih edilmiştir. “Dil adlarını küçük harfle başlatarak yazanlar var; ama genel kabul görmüş olan kural, dil adının büyük harfle başlaması ve aldığı çekim eklerinin kesme ile ayrılmaması biçimindedir. Doğru yazım, ‘Türkçe’nin’ değil, ‘Türkçenin’ biçiminde olan.” yazan Feyza Hepçilingirler’le aynı fikirdeyim. Ne var ki, “özel isim” mantığına göre “İngilizce’nin” yazımı da “doğru” sanki. “Genel kabul görme etkisi”ne bağlamak gerekiyor buna benzer ihtilafların nasıl neticeleneceğini.
Buna galât-ı meşhur da diyemeyeceğim. Lîsan isimlerine küçük harfle başlayarak yazanlar ve apostrofları kullanmayanlar yanlış yapıyorlar. Apostrof için örnek veremeyeceğim, ama Latin Harfleri ile yazılan bütün lîsanlarda lîsan isimlerini yazmaya büyük harfle başlanır ve dilimizde özel isimlere gelen eklerden önce apostrof kullanılır. Bildiğin özel isimdir. "Lâm"ı, "cim"i yoktur.
AA- TDK’nin “birleşik kelime” ilkesine yakın değilim. Bence, iki sözcük bir araya (biraraya?) geldiğinde, başka bir “concept”i karşılıyorsa, o iki sözcük “birleşik” yazılmalıdır. Benim “tercihim” bu istikamette. Kısacası; “’Sütdişi’ değil, ‘süt dişi’, ‘anadil’ değil, ‘ana dil’” demek ferdî bir tercihten öte anlam taşımaz. Türkçe üzerine kafa yoran akademisyenler arasında bile “tek doğru”ya indirgenmiş bir yazım biçimine ulaşılamamıştır.
“Concept” mi? Bak, yine İngilizce yazmışsın. İngilizce bilmeyenler için "kavram" diyelim. Bu arada ne seviyede İngilizce bildiğini çok merâk ediyorum... Sürekli İngilizce yazıyorsun. O zaman “elarabası” mı yazacağız? “Dişmâcunu”? “Gömlekdüğmesi”? “Masatakvimi”? Zaman içinde birleşen kelimeler var, onları elbette birleşik yazmak lâzım… Benim kitabından verdiğim örnekler, henüz o evrimi tamamlamamış olanlardır.
AA- Şimdi… “IZTIRAP” yazımı için yanlış demiş Böke Yüzgen. Doğrusu “IZDIRAP” demiş. Yanlış sevgili Böke. Dahası kitabın başında verdiğim kaynaklar ıskalanmış. Bakalım. Vural Sözer’de “ISTIRAP (Ar. Iztırab) kö. darp (darb)”.
Ana Yazım Kılavuzu’nda “ISTIRAP”. Ve de İlhan Ayverdi Sözlüğü’nde “IZTIRAP-ISTIRAP-IZTIRAB” Yahya Kemal’den: “Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor / Lâkin vatandan ayrılışınıztırâbı zor” Daha fazla uzatmak istemiyorum. Ancak, durum girift. Bu kabil dil tartışmalarına “entelektüel tatmin” diyenler çoğunluktadır. Türkçede yaşanan erozyon, fakirleşme o kadar had safhada, o kadar derin ki, bu kelimeye gelene kadar neler var neler, dert edip ya sabır çekeceğimiz… Tek derdimiz bu olsun!
Kime inanacağız? TDK şöyle yazmış:
http://tdkterim.gov.tr/bts/?kategori=verilst&kelime=%FDzd%FDrap&ayn=tam
Etimolojik bilgi için teşekkürler. Yalnız o zaman “intellectuel” mi yazacağız? “Télévision”? Bir lîsana giren kelimeler o lîsanın fonetiğine uydurulur. Bu arada kitabının başka bir sayfasında (kitap yanımda değil, senin bilgisayarında vardır, “ırap” diye aratırsan bulursun) “ızdırap” yazdığını belirteyim.
AA- Tek tek ele almak gerekirse: “Simidi”, “anmazlık” ve “ihraç” doğru elbette. Terziyiz ya! İDO’nun web sitesinde “Şehirhatları” yazması enteresan. Buna mukabil, “traş” kelimesi için “mal bulmuş Mağribi gibi” demek zorundayım. Sevgili Böke Yüzgen, “Şiir ve Reklam Yazarı Sayıklaması”nda geçen 3 ADET “traş” kelimesinin BİLİNÇLİ OLARAK, ÖZELLİKLE “TRAŞ” yazıldığı gerçeğini atlarken, Türkçe üzerine yazan birisinin kitabını okurken, “nasıl da yakaladım ama” cümlesinde vücut bulan sarhoşluğa teslim olmuş maalesef. Oysa o yazıda, “palindrom”lardan bahis açılmıştı: “’Kreatif ekip’ mensubu bir kişi, ki bu ‘yazar’ olsun, iyi bir ‘reklamcı’ olmak istiyorsa mutlaka şiir okumalıdır. Bu şarttır. Nasıl ki, güne zinde (‘Fitnes’” aşağı, ‘fitness’ yukarı; güzelim ‘zinde’ burada!) başlamak için ‘traş şart’ ise şiir okumak da şarttır. ‘Paliu dromos’ fark edildi mi? Tersinden okunuşu da aynı okunan kelime ve/veya cümlelere ‘palindrom’ denir. Şiir okuyanların, şiirle sıkı bir ilişki kuranların bu sözcük oyunlarına girişi de çok kolay olacaktır haliyle. ‘I’sız ‘traş’ yazımı için ‘tıraş’ yapmazsınız umarım.”
İDO bir gün Arapça da yazabilir. Bize ne? Traş için… Aynen yazdığın gibi, “mal bulmuş mağribi gibi” tanımına uygun davranıyorum. Onlar böyle bir kitapta hatâ bulursa susmaz. Burada etimolojik bilgi vermemişsin… “Teras”tan geliyor ve “tıraş” şeklinde yazılıyor. Canımız isteyince “traş” yazamayız.
AA- Şu sevimli “şapka”mız… Böke Yüzgen haklı. Birinde “şapka” var, ötekinde yok… Bu nasıl iş? Bunun izahını kendime de yaptım. Kitapta da belirttiğim gibi, bazen (bâzen?) kendimi Yağmur Atsız gibi, tüm sirkonfleksleri atlamadan kuralına, telaffuzuna uygun olarak kullanmak isterken, bir yandan da, daha esnek bir “şapka” kullanımının okumayı kolaylaştıran, okuyanın gözünü tırmıklamayan yanına sığınıyorum. Aslına bakılırsa, “dünya” değil; “dünyâ”! “Mavi mavi masmavi, gözleri boncuk mavi” türküsünün öznesi bizi ilgilendirmiyor. Nasıl telaffuz edilirdi bu sözler? “Mâvi mâvi” diye uzatılarak söylenmez, kısa kısa “mavi mavi” diye işkence edilirdi hassas kulaklara!
“Şapka” (^) olarak andığımız “inceltme-uzatma” işaretinin yetersiz olduğunu düşünüyorum. İnceltmek için “^”, uzatmak için ise harfin üzerine uzun çizgi konulmasından yanayım. Mesela: “ō”. Bu düşüncemin kabul görmesini beklemiyorum. Yerli yerinde bir “^” işareti kullanımına da razıyım. Kimi zaman Misalli Büyük Türkçe Sözlük’e kaydı kalbim, kimi zaman da Ana Yazım Kılavuzu’na…
Hangisini istersen yap. İstersen “Şapka kalktı ağabey!” diyenlere katıl, ama arada kalma. Yağmur Atsız’ın görüşlerini senden öğrendim. Benim şapka konusundaki fikirlerim de aynen onunkilerle örtüşüyor.
AA- Kitaba yönelik eleştirileri okurken, kendimi “Yemekteyiz” adlı programa katılmış birisi gibi hissettim! Amacın üzüm yemek olmadığı, bağcıyı dövme noktasına odaklanılmış haliyle seyredeni hafakanlar içinde bırakan o programın, “Türkçedeyiz” versiyonunda… “Yazan”ın üslup tercihi, asık suratlı bir mürebbiyenin elindeki kızılcık sopasıyla hizaya çekilmeye çalışılmış izlenimi edindim ister istemez. Su bardağında parmak izi var, kompostoyu koyduğunuz kâsenin gül deseni ile kaşık simetrik değil vs.
Yanlış düşünüyorsun. İlk metinde yazdığım her şeyin arkasındayım. Lâf olsun diye yazılmış bir şey yok. Böyle bir mevzûda kitap yazarsan, böyle eleştiriler alman doğal. Üslûbun bence ağdalı ve bunu eleştirimde yazdım. Buna hakkım var. Popüler kültürle ne ilgisi var?
AA- “’:’ karakterinden sonra büyük harfle yazılır.”demiş Böke Yüzgen. Yanlış biliyor. Kural şudur: “İki nokta konduktan sonragelen bölüm, bir tümce oluşturuyorsa, ya da tümce değerinde ise büyük harfle başlatılır; tek ya da öbek olarak sıralanan sözcüklerde büyük harf kullanılmasına gerek yoktur.” “Kelimenin anlamını merak edenler olabilir düşüncesiyle şu kadarını yazmak yeter: savaş aleti, silah, malzeme, teçhizat.” tümcesinde “:” kullanımına ilişkin hatalı bir kullanım yoktur! Diktatör tavrın hükümranlığından bahsetmiştim. “Ve” kullanımım da bundan nasibi almış. Tekrar: “Yazan”ın üslup tercihi diye bir şey vardır ve var olmalıdır.
Sen yanlış biliyorsun ve verdiğin tanım yanlış:
http://www.tdk.gov.tr/TR/Genel/BelgeGoster.aspx?F6E10F8892433CFFAAF6AA849816B2EF38C9FF22CFEEDAF0
http://tr.wikipedia.org/wiki/İki_nokta
http://tr.wikipedia.org/wiki/Noktalı_virgül
“Ve” ile ilgili... Tekrar yazıyorum: “Ve” ile cümleye başlanmaz. Bu kez de diktatör yazmışsın bana. Öğretmek diktatörlükse, ben senin için bir diktatörüm.
AA- “Giydirmiş”, “sataşmasında” “laf atmak” gibi ifadeler maksadını aşmış. En azından “şık değil”. Niyetim, kimseye “giydirmek”, “sataşmak” ve “laf atmak” değildi. Böyle görüldüyse, algılandıysa bu benim kusurum olsun. Reklamcılık görselliğe ve sözcüklere yaslanır. Türkçenin bu bağlamda tertemiz, adam gibi, şık mı şık kullanımı GEREKLİDİR. Züppeliğe yer yoktur Türkçe iletişimde. Ben Ege Ernart’ı, Eli Acıman’ı, Hulki Aktunç’u, Vural Sözer’i, Egemen Berköz’ü, Erol Çankaya’yı ve onların kuşağının Türkçe kullanımını özleyen birisiyim. “Kârı” yazınca, karşıma geçip de; “şapka kalkmamış mıydı aabi” diyen nesle âşina olamıyorum, kimse kusuruma bakmasın! İyelik ekini “delete” eden bir nesle ise hiç!
“Giydirmiş”in devâmında elbise giydirmeye çalıştığından bahsettiğimi atlamışsın. Hedef kitle neye tav olacaksa, öyle yazmak doğrudur.
AA- “Reklamcılık, Türkçe +” tanımı iyi sayılabilir. Kitabı okumayanları, kitaptan iyice soğutabilecek, recme kadar vardırabilecek satırlar burada olanca haşmetiyle boy gösteriyor. Yaptığım işi seviyorum. Herkesin işine saygı gösterirken, ifa ettiğim işe saygı gösterilmemesine sessiz kalmam düşünülemez(di). Bunun adı ise “şikâyet” değildir.”Türkçe ve etki alanına girdiği diller üzerine tespitler olduğu kadar, bir redaktörün kişisel dünyasında biçimlenen sosyolojik, psikolojik ve edebiyata ilişkin açılımlar da görebilirsiniz. Dahası, görülebilirse ne mutlu bana!”yazılmışsa…
Kimseyi kitabından soğutmak gibi bir niyetim yok. Türkçe üstüne yazarken yapılmış Türkçe hatâlarını, tasarım hatâlarını ve aralara serpiştirilmiş reklamcılıkla ilgili hatâlı savlarını yazdım. Kitabın gerisi gâyet güzel. Farklı zamanlarda yazdığın farklı makâlelerde, aynı görüşleri aynı kelimlerle ve tarzla ifade etmişsin ve bunları bir araya getirerek bir kitap oluşturmuşsun... Yazınca da kızıyorsun. Okur için çok fazla tekrar var. Kitabı basmadan ve/veya bastıktan sonra baştan sona okuduğundan şüphem var.
AA- 37. sayfada görselliğe karşı durulmadı. Görselliğe verilen öneme eşdeğer bir önemin yazıya/söze-telaffuza- de yer verilmesinin altı çizilmeye çalışıldı.
“Görsellik” değil, “yoğun görsel kullanımı” yazmıştım. Karışmasın.
AA- 71. sayfada ise “sayesinde” kelimesinin sadece olumlu bağlamda kullanılması gerektiğine vurgu yapıldı. İroni amaçlı kullanımlara söz etmeyecek kadar aklım başımda çok şükür!
Ben bugüne kadar yanlış kullanan kimseye rastlamadım. Sen rastladıysan haklısın.
AA- 119. sayfada “reklamlarda kullanılan dile” kızmadım. Türkçe kullanımındaki hayatî sorumluluğunu hatırlattım tüm reklamcılara… Geçmişin büyük ustalarını yâd ede ede…
Kızmışsın ve haksızsın. Hedefe giden her yol mübahtır.
AA- 237. sayfadaki “çelişki” (?) ise “Senior ‘Yazar’ Mevlânâ Sayıklaması”ndan… Bence çelişmiyor. Söz, muhatabın algı kapasitesine göre söylenebilir ama bunda da cıvıklığa, müptezelliğe düşmek gerekmez. Meramım budur.
Bahsettiğim, ilgili makâlede geçen kısa yazmakla ilgili görüşlerdi. Karışmasın. Kitabın geri kalanı ve üslûbunla aralarında tenâkuz var.
AA- 219. sayfadaki “yaratıcılık” mevzuu… “B/içimdeki Yara Sayıklaması”nda “yaratıcılık” kavramı sorgulanmaya çalışıldı. Kalıtımın payı da inkâr edilemez elbette. Okumaya aç, meraklı bir bilincin “yaratıcılık”ta sınır tanımayacağını söyleyebilirim. Elbette “gen” faktörü de göz ardı edilemez. Burada “%” hususuna bakılır. Ağırlığı nedir genlerin?
Tamam, anlaştık, ama yaratıcılıkta doğuştan gelen özelliklerin de önemli olduğunu kitabın yazmıyor. Bu konuda araştırmalar var ve çıkarımlar farklı... Kesin olan; ikisinin de önemli olduğudur. Yalnızca biri önemli gibi yazmak yanlıştır.
AA- 323. sayfadan başlayan yazı için “standart” tutturulmalıymış, evet, umarım ki, “genişletilmiş” halinde buna benzer nüansları düzeltme imkânı elde edilebilir.
Tamam, anlaştık.
AA- 385’e gelelim. Hayatını “yazı”yla kazananların mesuliyet duygusu en üst seviyede olmalıdır. Bir cerrahın işini savsaklamasını düşünebilir miyiz? Reklamcılar ve işi yazı olan herkes bu derin mi derin mesuliyet duygusuyla yanmalıyız. Kelimeler savunmasızdır. Bir kelime yanlış yazılırsa, ağlar, üzülür. Onların hâmisi “yazar”lar ve “yazan”lardır.
Hemfikirim. Benim derdim de sâdece senin gibi yanlış Türkçe yazan yazarlarla değil. Herkes işini doğru yapsın.
AA- Sevgili Böke Yüzgen’in FTS’yi didik didik edip otopsi masasına yatırması ve elde ettiği sonuçları yazmasından ötürü memnunum. Nâmık Kemal ne demiş: “Bârika-i hakîkat, müsademe-i efkârdan doğar.” Bu açıdan, yazılan her cümlenin kıymeti vardır. Bu vesileyle, söyleyecek ne kadar çok sözümün olduğu da ortaya çıktı. Bu sayede (“bu yüzden” değil!) birkaç eksik gediği yazabilme şansı buldum. Kapalıçarşı’nın hikâyesini kaleme alan Mustafa Ordaş’ın ve birkaç okurun e-postalarında öne çıkarıp özel bir önem atfettiği “Mrk”yi gözden kaçırmamasını dilerdim, Böke Yüzgen’den. Sıkı bir “okuma-dinleme-seyretme” listesi vaat ediyor(du), haylaz “Mrk”ler.
Namık Kemâl çok güzel söylemiş. Derdim o... Mustafa Ordaş’ın da kulakları çınlasın. O hâriç birlikte çalıştığım herkesle Türkçe ihtilâfına düştüğüm oldu. “Mrk”lerinin bir kısmını zâten ben de okudum, dinledim veya seyrettim. Senin diğer “Mrk”lerinden önce okumak, dinlemek, seyretmek istediğim çok “Mrk” var. Listemi eritirsem bakacağım.
AA- Kitabımın son cümlesiyle: “Sürç-i kalem ettiysek affola! Ne de olsa sürç-i insanız.”
Mevzûsu Mevzûu (Adnan Ağabey tashih etti, teşekkürler) sürç-i kalem olan kitapta bu kadar çok sürç-i kalem olursa ben affetmem.

Bunların dışında, değinmediğin eleştirilerime katıldığını düşünüyorum... Sükût ikrardan gelir. Arada kaynamasın. “Çok eksiklik var.” vb. “çok” kullandığım yerlerde demek istediğim, kuralları yanlış bilmen ve kitap boyunca yanlış kullanmandır. Şunlardan bahsediyorum:
  • “?” kullanımında çok eksiklik var. Örn. “mutlu musunuz” yazılmış. Sonuna soru işareti gerekli.
  • Eksik virgül kullanımı çok. Örn. “Kurumsal kimliği oluştururken ve bu temel çerçeveyi zihinlerde somut bir olguya dönüştürüp kanlı canlı hale getirirken kuşatıcı bir metnin gücünü yadsıyabilir miyiz?” cümlesinde “getirirken”den sonra virgül gerekli.
  • Metin içinde kullanılıyorsa tırnak içine alınması gereken alıntılar alınmamış. Örn. “İyi para kötü parayı kovar, teorisine göre” yazarken tırnak gerekiyor.
  • Çok yabancı kelime kullanılmış. Örn. tırnak içine alarak da olsa, sürekli “text”, “title”, “motto”, “copy writer” vs. yazmış. Türkçe karşılıklarını bir kez bile yazmamış. Mutlakâ yabancı kelime kullanılacaksa, bilmeyen için karşılığını en az bir kere yazmak gerekir.
  • Düzeltmenler için çoğu yerde “Düzeltmenler sâdece reklamcılık sektöründe çalışırlar.” gibi bir yargı çıkarılabilir. Bu bilmeyenler için yanıltıcı bilgidir.
  • 181’inci sayfadaki “kullanıcı dostu” çevirisi bence mantıklıdır. “Kullanışlı” kelimesi aynı anlama gelmez.
Bu metinde ifâdelerini kısalttım, çünkü yine uzun yazmışsın ve konuyu dağıtmışsın. Sürekli “Reklam Yaratıcıları Derneği”nden falan bahsediyordun… Merak edenler senin cevâbını okusun. Sübjektif konularda fikir ayrılığına düşebiliriz, bana “diktatör, bağnaz, tutucu” da diyebilirsin. Yalnız söz konusu imlâ kurallarına dayanaksız olarak karşı çıkan ve tipografik kuralları “teknik” diye küçümseyen bir “yazar”sa, benim dikkatim ufak ufak dağılır. Cevaplarının hiçbirinin beni iknâ etmediğini, ilk yazımdaki görüşlerimin hepsini aynen muhafaza ettiğimi bilmeni isterim.,
by ¨¨˜”°º•by•º°”˜¨¨